En büyük düşmanımız en iyi dostumuzdur aslında
En büyük düşmanımız en iyi dostumuzdur aslında. Bu ince bir çizgi. Bunu kavramak gerekli. Bilmek gerekli, bu farkındalığın farkında olmak gerekli. Yiğit adam burada belli olur. Her karşılaşma kutsaldır. Karşımızdaki insanı olduğundan fazla büyütüp putlaştırır isek, bu çerçevede bir iletişim kurar isek, nefreti, öfkeyi, suçluluk duygusunu ve acıyı beraberinde taşırız. Bu çok tehlikelidir ve felaketlere sebep olur. O insana karşı sorumlu olduğumuzu ama o kişiye mahkûm olmadığımızı bilmemiz gerekir.
Yaşadığımız her durum, tanıştığımız her insan bize bir şeyler öğretir. Biz de onlara bir şey öğretiriz. Bunu böyle bilmek ve abartmamak gerekir. Dikkatli olmak gerekir. Emin olmak gerekir.
Giza’daki manzaranın büyüsünden dilim tutulmuştu. Keops’a doğru yürüdüğümde kalbim daha da hızlandı. Tam yanındayken başımı kaldırdım, zirveyi neredeyse göremiyordum. Zemindeki devasa mermere dokunmak için yaklaştım ve ellerimi mermere dayadım. Mukaddes Tuva’da hissettim kendimi. Ayakkabılarımı çıkardım. Gözlerimi kapadım. Yine asırlar öncesindeydim.
Firavun şiddetli bir azgınlıkla kavmini yanlış yollara saptırıyordu. Hazreti Musa’nın kavmiyse Samiri tarafından yoldan çıkarılıyordu. Sonra Tur-i Sina’da bir ağaç ortaya çıkıverdi. O ağaç insanlara zeytin ve yağ vermek için büyüyordu. Firavun kızgınlıktan köpürüyor, öfkeleniyordu. Musa ve kavmini takip ettiği sırada ortalık toz duman içinde kalmıştı. Hazreti Musa bütün heybetiyle tüyleri diken diken olmuş halde Nil’i ortadan ikiye yarıyordu. Kavmini geçiriyordu ama Firavun derin suların azgınlığında boğuluyordu.
Ben de oradaydım. Ağzımdan ve burnumdan suların dolduğunu fark ettim. Bütün gücümü kullanarak kendimi karşı kıyıya atmayı da başardım. İçimde hem Musa’yı hem de Firavun’u hissediyordum. Derken Meyden’de yeterince bekledikten sonra Hazreti Musa ile birlikte yola çıktım. Tur Dağı’nın yanı başında Musa Peygamber bir ateş gördü. Bir parça kor almak için ateşe doğru yaklaştığımızda hareket edemez oldum. Musa’nın devam ettiğini ve ona vadinin sağ yamacındaki bir ağaçtan seslenildiğini duyuyordum. İçimden bir ses bana “Musa’nın haberi sana gelmedi mi? Oraya, Firavun’a git. Onu azmışlığından dolayı uyar” diyordu. İçimdeki Musa ve Firavun’un sesleri birbirine karışmış, dilimden “Andolsun incire ve zeytine ve Sina Dağına ve şu emin belde Mekke”ye…” sözleri dökülüyordu. Mermerden ellerimi çektim, bir adım geri çekildim. Gözlerimi açtım. Hissettiklerimi anlamaya çalıştım. “Hepimizin içinde Musa da var Firavun da. Her ikisi de konuşup duruyor, hangisi galip gelirse o oluyoruz” diyordum. Vücudum buz kesmişti. Oysa güneş bütün şiddetiyle beni ve Giza’yı kuşatıyordu.
Sonra Keops’un içini merak ettim. Bilet aldım ve sıraya girdim. Başımızı eğerek bir süre yürüdükten sonra önümüze genişçe bir odanın duvarı çıktı. Demir korkuluklu merdivenden tırmandık. Büyük, yekpare mermer odaya, Firavun’un mezarının bulunduğu odaya ulaştık. Siyah, taştan bir odaydı. Oda içinde ona ait hiçbir şey yoktu. Ölümün bütün dehşetini son zerresine kadar hissettiriyordu insana.
Bir insan kendini büyük mermer bloklar içine hapsedebilir. Başka insanlar ve başka inançlarla arasına derin ve büyük duvarlar inşa edebilir. İnsanoğlu gerçeğe yüzünü dönebilir ve kendi küfrünün gerçeğinde var edebilir her şeyi. Daha doğrusu var ettiğini zanneder. Yeniden doğacağım, saltanatımı sürdüreceğim der. Bütün servetini hatta gemilerini bile yanında ister. Lakin bir gün birisi Piramit’in giriş kapısını tespit eder. Işık odaya vurunca her şey tersine döner. Geriye sadece derin bir pişmanlık kalır.
Buradan uzaklaşmak istiyordum. Fişavi’nin kahvehanesinde naneli çay içmek arzusuyla arabaya bindim ve “Hüseyin” dedim. Hazreti Hüseyin Efendimizin kabrinin karşısındaki tarihi kahveye adım atım. İnsanların burada olmaktan keyif alıyordu. Bu keyif suyuna ben de karışmak istiyordum ve “bir çay” diye bağırdım. Birazdan küçük pirinç sehpamın üzerinde iri nane yapraklarıyla süslenmiş ve yarısına kadar şeker doldurul muş çayım, yanında da bir bardak soğuk suyum geldi. Çayımdan bir yudum aldığımda “evet burası Kahire, nasıl hissedersen öyle olabileceğin yer. Evet, burası Kahire, bütün çelişkileri ve bütün güzellikleriyle” dedim. Kahvehanenin iç odasındaki tarihi konsolun üzerinde buraya gelmiş devlet büyüklerinin resimlerini gördüm. Devamı da duvarlarda asılıydı. Benim hissettiklerimi onlar da hissetmişler miydi acaba? Ya da saltanatları onları kuşatmış mıydı? Gerçek gücü fark etmişler miydi?