MASKE
“Nedir yüzündeki o sahte acı?
İstemesen de buram buram dünyaya haykırır kendini, gerçek sancı.
Peki ya o hilekâr gülümsemen;
Onu hangi maske perdeler söyle, vicdanın hakikatine gücenmeden?”
Hiç aynaya baktığınızda, başka birinin yüzüne bakıyormuş gibi tuhaf bir duygu
yaşadınız mı? İşte geçenlerde tam da böyle bir şey yaşadım, aynada göz göze geldim
kendimle. Sordum, “Sen Bahadır mısın?” diye! Dik dik, sanki bir yabancıymışım gibi
baktı bana. İyice odaklandı gözlerimiz birbirine. Ama nedense soruları da hep ben
sordum. O yüzden önce aynayı iyice tuttum yüzüme, sonra nazar ettim kendime,
dedim ki; Haydi Bahadır, çek şimdi kendi özünü dara. Bak bakalım, kaç Bahadır var
bağrında? Bu gördüğün gerçekte sen misin, yoksa senden içeri bir sen mi var? Varsa
bir sen; yolu doğru mu, eğri mi?
Niye böyle düşündüm biliyor musunuz, her gün milyonlarca insan kendine yalan
söylüyor çünkü. İçimizde başka başka kişiler, binlerce ben var. Maalesef her an
kendimizi maskeleme ihtiyacı duyuyor, dosdoğru, sıratı müstakim üzere olmak
varken, her gün farklı renkte bir maske takıyoruz. Verdiğimiz sözü unutup başka
yollara sapıyor, bambaşka rollere bürünüyoruz. Biliyoruz ki, insan herkese, her
konuda, her düzeyde yalan söyleyebilir, herkesi çeşitli amaçlar ve çıkarlar
doğrultusunda yanıltma eğilimi gösterebilir. İnsan en azından nefis sahibi olması
dolayısıyla bu potansiyele sahip çünkü. Özellikle de günümüzde bu kabiliyetini (!)
kullanmaktan da hiç çekinmez insan! Yani çağımızda beşerin en sık rastlanılan huyu
“şaşmaktır!” dersek çok da yanılmayız. Bu iddiamı tatbik etmek de oldukça kolay.
Haydi soralım şimdi kendimize: ne kadar yalancıyız diye? Çağın en büyük sorunu bu
değil mi? Aslında, alkışın ölümden sonra duyulacağı bu dünya sahnesinde; siretimiz
başka, suretimiz başka telden çalmıyor mu? Hatta şairin dediği gibi; rengarenk boya
küpüne düşüp arkadaşları arasında “ben renkli bir tavus kuşuyum” diye böbürlenen
çakallara benzemiyor mu insan? En iyisi, siz de aynayı tutun yüzünüze, bakın bakalım
ne görünecek gözünüze?
Kendi iç sesinizin size verdiği cevaplar ne kadar da sarsıcı, ne kadar da manidar öyle
değil mi? İşte bu durum bir gerçeği de gözler önüne seriyor aslında; insan yalnızca
kendisine yalan söyleyemez. İnsan kendisini sorguladığı anda, vicdan ve dürüstlük
çarklarının dişlileri, kusursuz bir şekilde birbirine kenetlenir ve erdem makinesini
çalıştırır. Bu otokontrol sistemi kibir dağlarında gezen, kendisini kusursuz gören
insana, alimallah sefalet kuyusunun dibini boylatır bir anda! Bu mekanizma
çalıştığında, yaptığı tüm riyakarlıkları kendisine gösteren bir sinema salonunun,
seyirci koltuğuna oturur insan. Kontrol artık kendinde değildir, olaylara keyfince
müdahale edememekte, acziyet içinde yaşananları seyretmektedir.
O nedenle belki de yeri geldiğinde açıkça, “Acaba nezaketimizin, gülümsememizin
altında maskelenmiş bir kibir mi var?” diye sormalıyız kendimize. Korkusuzca
yüzleşmeli, aynaya bakıp doğruluktan neden kaçtığımızı düşünmeliyiz. Gözlerimizi
hakikate neden perdelediğimizi sorgulamalıyız. Çünkü insan perdenin gerisindeki,
ruhunun o güzelliğini bir fark etse kim bilir hayatında neler değişir, dönüşür,
güzelleşir? Ne dersiniz, doğruluk o kadar zor mu? Bizleri yorgun kılan yaşam mı,
yoksa taşıdığımız o maskeler mi? Acaba yüzümüzdeki maske düşünce gerçek
kişiliğimiz de çıkar mı ortaya? Yoksa her çıkardığımız maskenin altında, bir yenisi mi
var? Gelin bir film düşünelim. Bu filmin senaristi yürek, yönetmeni adalet, başrolü
vicdan, kötü karakteri de insan olsun.
Mesela dolandırıcının biri elleri kelepçeli, polis nezaretinde götürülürken, tüm
mahalleli toplanır ve bir rabarba olur.
“Aaaa çok temiz, iyi biriydi!
Kendi halinde, suskun bir insandı.
Hiç beklemezdim, sakin başı önünde bir çocuktu.”
Herkes şaşkınlık geçiriyor olsa da suçlunun ne kadar saygıdeğer bir insan olduğunu
anlatır dururlar. Oysa o adam, bu suçları işleyebilmek için takmıştır o iyilik
maskesini, aldatmak için. Hem de kendi adanmışlığından bihaber, ruhundaki karanlığı
maskelemiştir. Hiç düşünmemiştir bile maskesinin bir gün nerede, nasıl düşeceğini.
Aslında konunun başlığı müşahhas anlamda kullanılan, çeşitli renk ve desenlerde
mağaza ya da dükkanlarda satılan maske değildir. Öyle ki bu; yeri geldiğinde tüyler
ürpertecek karakterler, yürekleri ağza getirecek suretler, bakmaktan imtina edilecek
nahoş ifadeler, işlenmiş ürünler, bu sahtekarlık maskelerinin yanında masum ve
günahsız kalır. Bahsedilen gerçek hayatları, gerçek duyguları, gerçek fikir ve
düşünceleri saklayan maskelerdir. Bu maskeler günümüzde yozlaşmanın en büyük
dostu; dürüstlük, ahlak ve hakkaniyet gibi faziletlerin ise en büyük düşmanı değil
midir?
Öncelikle bu tespitler; karanlık bir evrende ışık zerresi arayan umut avcıları için
pesimist ifadeler olarak algılanabilir, ancak bir doktorun hastalığı tespit etmeden,
reçete yazması ne kadar yanlış ise aynı şekilde sosyal bir aksaklıkla alakalı çözüm
yolları aramak için merhametli davranmak da aynı derecede yapılan büyük bir hata
olacaktır. Sorunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymakta ve buna ilişkin çözümler
bulmaya gayret göstermekte fayda görüyorum.
Mesela 1997 yılında profil yaratma ve diğer kullanıcılarla iletişim kurma imkânı
sağlayan “sosyal medya” kavramı girdi hayatımıza. Aynı televizyon gibi, sürprizlerle,
heyecanlarla, umutlarla dahil oldu hayatımıza. Dünyamızı değiştirmeye namzet bu
projenin, bugün geldiği nokta hakikaten kontrolsüz bir ilerleyişi gözler önüne seriyor.
Çünkü ikinci, üçüncü ve daha nice kişiliklerle dahil olduk biz bu dünyaya. Başka
başka isimler, maskeler taktık kendimize. Ardından da bir süre sonra taktığımız
maskelerin kölesi olduk. Dışımız düzgün, hatta cilalı! Giydiğimiz elbiseler, taktığımız
takılar, ayakkabılarımız, aile bireylerimiz, hepsi sosyal medyada maskemizin renkleri
oldu. Her gün, her an mutlu ve hiçbir yoksunluk yaşamayacak kadar da zenginiz.
Sattığımız cakaların alıcısı çok olunca ruhlarımızı maskelemek de normalleşiyor
elbet. İnsan, kalbindeki maskeyi kaldırmadan, yüzündeki maskede kalkmıyor
maalesef. Hatta kendimiz için seçtiğimiz maskeler bir imaj kaygısına dönüyor.
Psikiyatri de “sosyal medya bağımlılığı” başlığında makaleler, eserler verilmeye
başlandı.
Gerçek şu ki, sosyal medya zamanla bir dezenformasyon aracı haline geldi. Bu
boyutu şu anda konumuzun değerlendirme çerçevesi dışında olsa da kabul edelim ki
itibar suikastlarının yapıldığı, yalan haberlerle kitlelerin duygularının istismar edildiği
bir mecraya döndü. Bunun ne kadar geniş bir boyut kazandığını ve tehlikeli bir
şekilde yayıldığını anlatmak noktasında destekleyici olacaktır diye düşünüyorum.
Mesela uluslar arası maskeli siber saldırılar, zorbalıklar başlamadı mı? Dünya
devletleri, bu mecrada “teknoloji maskesi” altında, evlerimize kadar girip parmak
izimizi almadı mı, yüzümüzü taramadı mı? Ezcümle hayatımıza giren sosyal medya
zamanla kullandığımız bir araç olmaktan çıkıp bilakis bizi kullanan bir efendi haline
dönüştü. Bize “gündem” adı altında empoze ettiği verileri kullanmayı dikte edip
popülerlik ve gündemde kalma yolunun istikametini de bu şekilde belirledi. Maalesef
içimize sinmese de gerçek bu!
Fakat akla ilk olarak şu soru gelebilir; neticede bu gündemi de yaratan insanlar, bu
gündemler de belli başlı samimi duygulardan yola çıkılarak hazırlanmış ve zamanla
kartopu etkisi yaratmış bir sürecin ürünü değil mi? Madem açık konuşuyoruz, bu
konuya yaklaşım açımızı biraz değiştirelim o zaman. Şöyle tahayyül edelim. Sosyal
medya bir mabet, gündemi belirleyenler de bu mabedin tanrıları. Kullanıcılar ise
kullar, ibadet ise gündeme ilişkin paylaşımlar yapmak, sosyal medyaya girmek.
Kullar, sahte bir cennette mutluluk yakalamak için görevlerini yerine getiriyor, yani
sosyal medyaya giriyor, etkileşim yaratıyor ve tanrılar tarafından belirlenen gündeme
dahil oluyorlar. Bu sayede de huzura kavuşacaklarını zannediyorlar çünkü toplum
büyülenmiş bir şekilde, toplu bir hareketle, önünde yürüyenlerin ayak izlerine basarak
gündemde olanı takdir ediyor. Yani sosyal medya insanlara takması gereken bir
maske dağıtıyor ve takınması gereken tavrı da öğütlüyor. O sırada kullanıcının gerçek
duygu durumu, hakikaten hissettikleri, acısı, sancısı, umudu ya da mutluluğu
kimsenin umurunda olmuyor. Olmayacak da!
Çünkü bir süre sonra ruhumuzu, benliğimizi, gerçekliğimizi maskelerin ardında
saklamak bizim tercihimize dönüşüyor. İçimizdeki karanlıkla savaşmak bir yana, o
karanlığı, gerçekmiş gibi sunarak geleceğimizi şekillendiriyoruz. O maskenin ardında
saklanan karanlığımız, maalesef gerçeğimiz olmaya başlıyor. Hiç şüpheniz olmasın,
tanrılar da bu işi mutlulukla karşılıyor. Açıkçası sağlıklı bir şekilde bu mecraya
baktığımızda, mutluluklarını anlamak pek de zor değil. Tam da istedikleri gibi
gelişiyor olaylar. Çoğu kişinin içindeki canavarı, kızgınlığı, acı kazanını
görebiliyoruz. Bastırılmış öfkelerin, nasıl da algı operasyonlarına malzeme edildiğini.
Bu maskeli ruhların; intikam içgüdüsünün esaretinde, hem kendini hem de
etrafındakileri, karanlığa ve kaosa çektiğini fark edebiliyoruz. Fakat tüm kullar bunun
farkında değil!
Maalesef kul o sırada acı da çekse önemli değil, hüzünlü de olsa ehemmiyet arz
etmiyor, mutlu mu ne kıymeti var ki? Eğlenmek istiyor hadi ama sırası mı? Herkes
trans halinde aslolan gündemi yakalamak, vaat edilen “takdir cennetine” alınmak,
belki hayatında görmeyeceği insanlar tarafından onaylanmak çünkü. Gerçi bu
duyguların hepsini siz zaten biliyorsunuz değil mi?
İşte bu durum üretkenliğimizi öldürüyor, özgünlüğü yok ediyor, kendi başına bir
şeyler ortaya çıkarma hevesimizi törpülüyor sevgili okuyucularım… Elbette ortak
acılar paylaştıkça azalır, tabii ki ortak mutluluklar paylaştıkça çoğalır, ancak özgünlük
dediğimiz biricik kavramın kıymetini unutmayalım lütfen.
Yani içiniz kan ağlarken, gündem gülüyor diye dudaklarınızın kenarından kendinizi
duvara asmanıza gerek yok! Yani çok mutlu iseniz popüler kültür ağlıyor diye göz
pınarlarınızın önüne baraj dikmeye, set çekmeye gerek yok! Aynanın karşısına geçip
kendime, elimdeki kalem vasıtasıyla size sesleniyorum… Haykırıyorum!
FARKINDA DEĞİLİZ...
Bu yozlaşma, bu sahtelik ve bu hastalıklı riya hali, belli bir süre sonra hayatımızın bir
parçası haline geliyor. Bu maskelenme ruhumuzun yüzüne işliyor. Günlük
hayatımızda envai çeşit maskeyle dolaşan, her selamı, her kelamı sakıncalı olan
robotlara dönüşüyoruz. Dokunuyor hissetmiyoruz, ağlıyoruz ama acı çekmiyoruz,
gülüyoruz ama mutluluğu bilmiyoruz, beğeniyoruz ama sevgiyi görmüyoruz.
Böylesine pervasızca ilerleyen, freni patlamış bir kamyon hızında sürüklenen bu
yürüyüşün akıbetinin korkunç olacağı maalesef aşikar. Burada niyet, ne üzüm yemek
ne bağcı dövmek. Asıl amaç yenen üzümün tadını almak, gerekirse dayak yiyen
bağcının acısını hissetmektir. Riya kuyusundan kurtulmak için samimi duyguların
ipine sarılacağız.
Yalan hayatların, sahte mutlulukların suni pembeliği ruh adına bir karanlığa
dönüşmeye hazır ve nazır bir şekilde pusuda beklemektedir Bu tehlikeli yükselişi, bir
kartalın avını yakaladıktan sonra öldürebilmek amacıyla yerden, metrelerce yukarı
çıkarmasına benzetebiliriz. Yeterince yükseldikten sonra çıkılan her metre çakılmanın
şiddetini yükseltecek bir azaba dönüşür. İşte bu ölümü de üretkenlik ve özgünlük,
ciğerlerinin nefessiz kalmasına, sanat bedeninin şah damarının kesilmesine
benzetebiliriz.
Kullandığımız maskeler zamanla yüzümüze yapışıyor, bedenimizin bir parçası haline
geliyor, gerçek duyguların dünyasında savunmasız kalıyoruz, her şeyin hakiki olduğu
diyarlarda korkakça yürüyoruz… SAVUNMASISIZ! Dünyayı maskelerden ibaret
zannediyoruz, herkesi kendimiz gibi maskeli ve yapay zannediyoruz. Bu bir toplumun
karşı karşıya kaldığı en şiddetli depremlerden bir tanesidir. Ne yapacağız peki? Bu
maskelerden nasıl kurtulacağız?
Bu maskelerden ancak “Ölmeden önce ölerek” kurtuluruz. Zihindeki, kalpteki
maskeleri kaldırarak. Dosdoğru olup sıratı müstakim üzere olduğumuz, aynaya
baktığınızda gözlerimizi kaçırmadığınız, yüzümüzdeki son maskeyle dirileceğimizi
anladığımız zaman kurtuluruz. Ruhlarımızı, maskelerin ardına saklamak yerine,
herkesin bizden “emin” olduğu bir hayat sürerek kurtuluruz. Sakın kendinize
haksızlık yapmayı! Çünkü o maskelerin ardında aynı zamanda biricik bir insan var,
ruhu iyilikle bezenmiş. Keşfedilmeyi bekleyen. Maskeyi indirmeden bilemezsiniz ki?
O maske düşmeden o ruh görünmez çünkü.
Haydi maskeleri çıkartıp atalım, duygularımızı belli etmekten korkmayalım,
mimiklerimizi özgürleştirelim, duygusuz bir geleceği reddedelim diyorum ben…
“Sahte mutluluklar su dökemez hakiki hüznün eline,
Yürek hasret kaldı gerçek eleme,
Peki ya riyadan arınmış gerçek mutluluk?
Esamesini okuyan yok; bir vaha hayaliyle kavruluyor insan, uçsuz bucaksız çöller
içinde…”