26 Aralık 2024
  • Manisa11°C
  • İzmir11°C

ADEM GÖKSÜGÜR’ÜN ÜÇÜNCÜ ROMANI ‘HAZAR’ OKURLARI İLE BULUŞTU

Akhisarlı eğitimci yazar ve ressam Adem Göksügür’ün ‘Zer’ ve ‘İsrafilin Nefesi’ romanlarına yeni yayınlanan ‘Hazar’ romanı eklendi. Hayat Yayıncılığın yayınlamış olduğu roman 224 sayfadan oluşuyor.

Adem Göksügür’ün üçüncü romanı ‘Hazar’ okurları ile buluştu

18 Aralık 2020 Cuma 10:53

Bu haber toplam 3477 defa okunmuştur

Adem Göksügür’ün üçüncü romanı ‘Hazar’ okurları ile buluştu
Akhisar Haber-Dr. Tuncay Şen

Akhisarlı eğitimci yazar ve ressam Adem Göksügür’ün ‘Zer’ ve ‘İsrafilin Nefesi’ romanlarına yeni yayınlanan ‘Hazar’ romanı eklendi. Hayat Yayıncılığın yayınlamış olduğu roman 224 sayfadan oluşuyor.

Akhisar Haber ailesi olarak Adem Göksügür’ü kutluyor, romanının ilgi görmesini diliyoruz.

  Adem Göksügür ile yapmış olduğumuz röportajı sunuyoruz.

SORU: Bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Adem Göksügür1962 yılında şehzadeler şehri Manisa’nın Akhisar ilçesinde doğdu. Baba tarafından Gümüşhane Kelkit, anne tarafından Makedonya göçmeni bir ailenin en büyük oğluyum. İlkokulu Akhisar’da okuduktan sonra ortaokulu babamın işi sebebiyle Almanya’nın Siegen şehrinde tamamladım. Babamın isteği üzerine Türkiye’ye dönüp İmam Hatip Lisesini bitirdim. Serüvenlerle dolu üç yıllık Alman Dili ve Edebiyatı eğitimimi yarıda bırakıp (aslında bırakmak zorunda kalıp) İlahiyat Fakültesini tamamladım. Zonguldak’ta başlayan öğretmenlik hayatım doğduğum şehir olan Akhisar’da devam etti. Otuz yıllık eğitimciliğim sonunda emekli oldum. Öğretmenliğin yanı sıra resim ve fotoğraf sanatıyla uğraştım. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere önemli sanat galerilerinde toplam 12 kişisel sergi açtım. İçimdeki edebiyat aşkının diğer sanatlara galip gelmesiyle de yazarlık serüvenim başlamış oldu.

SORU: Yazarlığa başlama hikâyenizi öğrenebilir miyiz?

Almanya’da orta ikinci sınıfa gidiyordum, yaşım on ikiydi. Babam o yıllarda bizim camianın belki de en önemli romanı olan merhum Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı”nı okuyordu. Zaman zaman rahmetli anneme sesli okuduğu bölümlere kulak kabartıyordum. Bir süre sonra babamın işte olduğu saatlerde romanı hararetle okumaya başladım, birkaç günde de bitirdim. Kitap okumak o günden sonra benim için film izlemek ya da oyun oynamaktan daha zevkli ve heyecanlı bir tutkuya dönüştü. Huzur Sokağı’nı bitirdikten sonra kendi kendime söz verdiğimi hatırlıyorum; büyüyünce romancı olacaktım… Lise tahsili için Türkiye’ye döndüm, aslında dönmek istemiyordum. Babam Almanya ortamında asimile olacağımdan endişe duymuş olmalı ki “Buralarda kalıcı değiliz, önce sen git bir kaç yıl sonra da biz döneriz.” dedi. Rahmetli babaannemle birlikte Akhisar İmam Hatip Lisesi yıllarım başladı. Ne olduysa o yıllarda oldu, üzerimde büyük emeği olan Edebiyat hocam Mehmet Kahraman tarafından keşfedildim. Ortaokulu Almanya’da okuyup İmam Hatip Lisesine kaydolmuş bir öğrenci düşünün. Almancayı Türkçeden daha iyi konuşup yazan, henüz on beşinde dikey tavırlı bir öğrenciyim. Mehmet Kahraman Hocamla karşılaşıncaya kadar hiç sevmediğim dersler sıralamasında ilk sırayı alan Edebiyatın istikbalde hayatımı şekillendireceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Rahmetli babaannemle birlikte okula yakın bir evde yaşıyordum. Üzerimde büyük emeği olan Edebiyat hocam lise birinci sınıfta bir hatıra yazısı yazmamızı istemişti. Okuma yazması bile olmayan rahmetli babaannemin tavuklarımızı ameliyat etmesi hadisesini ayrıntılarıyla anlatmıştım. Fareler için kıyı köşeye dökülen zehirli buğdayları yemişti tavuklarımız. Tabi zehirlendikleri babaannemin gözünden kaçmamıştı. “Çabuk makas, iğne, iplik getir!” dedi. Getirdim ve ameliyat başladı. Deriyi kesip kursaklarını çıkardı, kursakları da kesip zehirli buğdayları boşalttıktan sonra iyice yıkadı. Kursağı yastık doldurur gibi bayat ekmekle doldurup dikti. Hatırladığım kadarıyla beş ya da altı tavuğun tamamında bu işlemi yaptı ve hepsi de kurtuldu. Edebiyat hocam bu yazıyı okuyunca hadiseyi satırlara döküş biçimimden etkilenmiş. Tabi babaannemin operasyonundan da… Okula çok yakın olan babaannemi ziyaret edip konuyu bir de ondan dinledi. O günden sonra Mehmet hocamın gözdesiydim. O yılların efsane edebiyat dergisi Mavera’ya abone olmuştum. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç hayranlığım Yedi Güzel Adam’la devam etti. Resmî edebiyatımızın dışında çok önemli bir edebiyatımızın olduğunu hocam sayesinde öğrenmiş oldum. Rusların Afganistan’ı işgal edip masum insanlara zulüm kustuğu seksenli yıllardı. O günlerde Meral Maruf’un aktardığı Hindikuş Dağlarındaki direnişi sıcağı sıcağına okuyorduk. Meral Hanımın Afganistan Mektupları, Dullar Kampı, Hicret Günleri eserleriyle bilinçlendik. Mehmet Hocam özellikle bazı şairleri diğer şairlerden daha çok anlatıyordu bize. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erdem Bayazıt, Arif Ay ve diğerleri… Bunları yutarcasına okuyordum. Ama bir şairi benimle özdeşleştirmek istiyordu. Merhum Cahit Zarifoğlu… Onun bir mısraını okumuştu, hemen defterime kaydedip ezberlediğimi hatırlıyorum. “Yar kurbanın olam, dola yaşmağın bileğime ki, düşmana güzel vuram.” Bu mısra beni benden alıp Hindikuş Dağlarına götürmüştü. Zarifoğlu’nun Alman Dili ve Edebiyatı okuduğunu söylemişti hocam. O an bir karar verdim, Merhum Zarifoğlu gibi Alman Dili ve Edebiyatı okuyacaktım. İlginçtir Alman şiirinin tartışmasız üstadı Rainer Maria Rilke’nin şiirlerini İmam Hatip Lisesi yıllarımda Mehmet hocam sayesinde tanımıştım. 1982 yılında Üniversite sınavına girdim. Almanca sorularının tamamını doğru cevaplamıştım. İyi bir puanla Ege Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Fakültesini kazandım. Alman edebiyatı okuyordum ama Goethe ve Rilke dışındaki Alman yazarlar beni pek açmamıştı. Benim ilgi alanım daha çok Türk edebiyatıydı. Sınıf arkadaşlarımın büyük çoğunluğu Türk Edebiyatını umursamıyordu bile. Zorunlu olan Türk Dili dersini hocamız Profesör Oya Adalı’yla neredeyse baş başa işliyorduk. Yutarcasına kitap okuduğum, edebiyat dergilerine şiir ve hikâyeler yazdığım yıllardı. Oya Hanım sayesinde sol cenahın edebiyatına da vâkıf olmuştum. Yedi Güzel Adam konusundaki donanımım Oya Hanım’ın dikkatini çekmişti. Bir defasında “Farklı dünya görüşlerine ait olsak da seni yetiştiren hocaya hayran olduğumu itiraf etmeliyim” demişti. İmam Hatip mezunu olduğum için fakültede lakabım “Hoca”ydı. Hiç unutmuyorum Oya Hanım sınıf arkadaşlarıma hitaben “Şu hoca kadar olamıyorsunuz!” derdi. İkinci sınıfı bitirdikten sonra aynı bölüme kaldığım yerden devam etmek üzere tekrar Almanya’ya döndüm. Öğrenci vizesi almamıştım; malum, turist vizesiyle de en fazla üç ay kalınabiliyor. Ama bir fakülteye kayıt yaptırmam durumunda öğrenci vizesi alabilecektim. Kaydımı yaptırdım ve karşıma bir yığın engel çıkarıldı. Din adamı yetiştiren bir liseden mezun olan burada edebiyat okuyamaz dediler. Sınavlara girip liseyi dışarıdan bitirdim. Türkiye’de okuduğun iki yılın burada bir hükmü yok dediler, bütün derslerden sınava girip onları da geçtim. Ve nihayet Almancaya hâkimiyetini ölçebilmemiz için mülakat sınavına girmen gerekiyor dediler. Tek başıma bir salona alıp beklettiler. Masada birçok Almanca gazete vardı, onlara göz gezdirdim. Bir süre sonra saçı başı dağınık eski bir blue jean giymiş bir adam girdi salona, hizmetli sandım. “Ben profesör bilmem kim,” dedi, “Sözlü sınav olacaksınız.” O dönemde yaşım 22, takım elbise, kravat falan, kelimenin tam anlamıyla jilet gibiyim. Gazetelerden birini açtı, bir köşe yazısı bulup katladı, önüme bıraktı. “Bunu oku, üzerinde konuşacağız” dedi. Makalenin başlığı “Pis Türkler.” Makaleyi okudukça tansiyonumun fırladığını hatırlıyorum, patlama noktasına gelmiştim. Masadan kalkıp ceketimin düğmelerini ilikledim. “Ayağa kalk Herr Profesör!” dedim sinirli bir tavırla. Adam şaşkın bakışlarla ayağa kalktı. “Bir kendine bak, bir de bana! Sen misin pis, ben miyim?” dedim. Adam şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Ses sınırlarını aşan müthiş bir tartışmadan sonra dedi ki, “Almancaya hâkimiyetini başka türlü anlayamazdım.” Çevir kazı yanmasın taktiği olduğu her halinden belli olan bu cümleden sonra biraz sakinleştim. Okula kaydolduktan sonra öğrenci vizesi almak üzere yabancılar polisine müracaat ettim ama nafile… Vize alamayışımda o profesörün parmağı olduğunu anladığımda iş işten geçmişti. Alman Dili ve Edebiyatı maceram böylece sona ermişti. Takdiri ilahiye bakın ki, merhum Cahit Zarifoğlu da Alman Dili ve Edebiyatını yarım bırakmıştı. O yıl İzmir ilahiyat Fakültesine başladım ve 1989 yılında bitirdim. Otuz yıllık eğitimcilik hayatımdan sonra da emekli oldum.

SORU: Kaç kitap yayınladınız, konuları nedir?

Yayımlanmış üç romanım var. Bunlardan ilki “Zer.”  Ashaptan Ebu Zer Gıfari’nin tefekkür dünyasını kurgulayarak yorumlamaya çalıştım. Onun tenhalardaki tefekkür mücadelesini, kronolojik kaygılardan uzak, kurgusal kişilikler yardımıyla ele alıp okuyucuya sunmaya çalıştım. Kronolojik kaygılardan uzak derken “ZER”in biyografik bir roman olmadığını kastediyorum. Sahabilerin karakteristik özgünlüklerine de bilhassa dikkat ettim. Basralı yabancı, Hâtıb ve Fudayl gibi hayali kişiler üzerinden aşk ve tefekkürü heyecanlı bir çöl serüveniyle anlatmaya çalıştım.

İkinci romanım “İsrafil’in Nefesi”nde 2055 – 2060 yıllarını anlatıyorum. Yani fütürist/gelecekçi bir roman… Kur’an ve sünnette geçen kıyamet alametlerini tefekkür ederken kıyamet yaklaştığında artacak olan Müslüman ölümlerinin şerefine kadeh kaldıran Batı dünyasının ileri gelenlerinin güneşin bir türlü batmadığını, hatta doğuya doğru yöneldiğini fark ettiklerindeki sahneyi hayal ettim. Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik kitap ve filmlerin gerçek dünya ile alakası olmadığı halde rağbet görmesi kıyamet alametlerini romanlaştırma fikrini getirmişti aklıma. Romanda kullanacağım fantastik öğeler sanal değil gerçek olacaktı.  Zaman olarak da geleceğin anlatılması merak ve heyecanı artıracaktı. Batı ülkeleri bilim ve enerji alanında çöküşe geçmiş; Amerika, tükenme noktasına gelen nüfusunun Doğu’ya göç etmesine engel olamayınca Kızılderililerden gasp ettiği topraklarda hayalet kentler oluşmuş. Bu süreçte bilim ve teknolojiyle birlikte enerjiyi de elinde bulunduran Türkiye yeni bir birlik kuruyor: Üç Kıta Birliği (ÜKB)… Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinden oluşan ÜKB kısa zamanda dünyaya egemen oluyor. Sonraki yıllarda Hz. Yusuf dönemini aratmayan bir kıtlık, dünyayı kasıp kavurmaya başlayınca tarih tekerrür ediyor ve bakir toprakları sayesinde Afrika yeniden dünyayı besleyen tarım kıtasına dönüşüyor. Hayal edebiliyor musunuz, Afrika’nın kavruk insanları patron, işsiz kalan emperyalistlerin çocukları işçi sınıfı… Bu süreçte ses genetiği alanındaki gelişmelerle din algısı da değişiyor. Devrim niteliğindeki bu gelişmeyle uzayda başıboş vaziyette dolaşan sesler arasından önce Hz. İsa’nın sesi kaydediliyor. Buna bağlı olarak Hıristiyanlığın gönderildiği safiyetini koruyamadığı anlaşılıyor ve İslam Batı’ya egemen olmaya başlıyor. Böylesi bir dünyada Frankfurt Başkonsolosunun oğlu Emir’le bir rahibin kızı olan Rebeka arasında alevlenen ve kültür çatışmasının sınırlarını zorlayan bir aşk yaşanıyor. Bu iki gencin aşka, hayata ve ölüme yükledikleri anlam ve yaşam biçimleri onları maceradan maceraya sürüklüyor. Takvimler 2060’a yaklaştığında Müslümanların hiçbir neden yokken ölmeye başlaması akıllara kıyamet alametini getiriyor. Zira kıyamet kâfirlerin üzerine kopacaktır ve süreç başlamıştır. İsrafil elinde yat borusuyla ilahi talimatı bekliyor.

Üçüncü romanım “HAZAR-Bir Gün Konuşacağım”

Bin yıl önce yıkılmış bir hanedanlığın son veliahtı olarak, büyük bir özlem ve bekleyişten sonra dünyaya geliyor Hazar. Rüyalar ile müjdeleniyor, dualar ile korunuyor. Daha ilk bebekliğinden itibaren Hazar’da farklılıklar gözleniyor. Bebekliğinde çok ağlarken, çocukluğunda derin bir sessizliğe gömülüyor. Tıp çözüm bulamayınca ailesi din adamlarında çözüm arıyor. Şamandan, Buda keşişine, hahamdan pedere kadar farklı din ve öğretilerin temsilcileri ile görüştürüyorlar. Konuşmayan, şizofren tanısı konan Hazar on iki yaşında olmasına rağmen onları şaşırtacak cevaplar veriyor, canlıların ruhlarıyla konuşuyor. Tebriz' den, Fransa'ya, Nepal'e ve İstanbul'a kadar uzanıyor yolları. İstanbul’da bir İslam bilginiyle karşılaşınca gerçek kişiliğini buluyor ve küçük yaşta Turab’ul-Müslimin olup ölümü öldürmenin sırlarını anlatıyor. Bunların dışında basıma hazır iki romanım daha var. Bitmek üzere olan altıncı romanım üzerinde çalışıyorum şimdilerde.

SORU: Yazmak mı, yayınlamak mı zor?

Benim için yazmak işin en kolay tarafı. Yayınlamak da çok zor değil aslında. Sıkıntı ne yazmakta ne de yayınlamakta, sıkıntı okumakta. İlk emri “oku” olan bir dinin mensupları bugün ne yazık ki okumuyor. Kâğıda gelen zammı kitaplar zamlanınca değil, tuvalet kâğıdına gelen zamdan anlayan bir topluma yazar olmak kolay değil. Hiç değilse şu salgın günlerinde evlerimize hapsolmuşken okuyabilseydik. Ne yazık ki istatistikler bu konuda da iç açıcı değil.

SORU: Yazarken hangi kaynaklardan beslenirsiniz?

Öncelikle temel iki kaynağım Kur’an ve Hadis külliyatı. Bunun yanında on dört asır boyunca kaleme alınmış İslam klasiklerinden beslendiğimi söyleyebilirim. Klasikleri okusam da yorumlama biçimim biraz post modern. Fantastik ögeler içeriyor da diyebilirsiniz. Kimsenin aklına dahi gelmeyen hayallerle yoğuruyorum birikimlerimi. Bugün ergen edebiyatı olarak bilinen Harry Potter tarzı fantastizm, İslam kültüründe pek yok. Aslında olmalı… Çünkü gençlerin hayal dünyaları çok çok ileride… Onların hayallerine cevap verecek tutku ve heyecana ihtiyaç var.

SORU: Çok okuyor musunuz? Birçok genç okumadan yazıyor, piyasa kalitesiz kitaplarla dolu fikrine katılıyor musunuz?

Daha önce söylediğim gibi ciddi anlamda okumaya on iki yaşımda başladım. Seviyemin çok üzerinde kitaplar okuyordum. Almanya’da geçen ortaokul yıllarımdan sonra Türkiye’de tabir yerindeyse yerde bulduğum gazete parçasını bile okumadan geçmeyen bir tutkuya dönüştü bende okumak. Bu bağlamda piyasada çok kaliteli eserlerin olduğunu biliyorum. Ama piyasa kaliteye değil raitinge bakıyor. İki kelimeyi bir araya getiremeyen magazin programlarının gece kuşları, rüküş mankenlerin yazdığı lay lay lom kitaplar on binler satarken ciddi eserlerin yüzüne bile bakılmıyor. Bazı popülist ve kolaycı yayınevleri internet üzerinden kitap yazma ve yayımlama sitelerindeki ucuz aşk romanlarına cüzi telifler ödeyerek piyasaya sürüyor. Süper marketlerde 9.90 TL’ye satılan sepet ürünlerini görmekten bıktık artık. Çok satan kitaplardan bazıları da bizi öz kültürümüzden uzaklaştıran, Batı tandanslı/ödüllü yazarların gençliği asimile etmek üzere yazdığı, yer yer cinsel sapkınlıklar içeren romanlar. 

SORU: Yazmak sizin için ne ifade ediyor?

Yazmak benim için vazgeçemeyeceğim bir aşk, bir bağımlılık. Hiç basılmasa bile yazmaya devam edeceğim bir tutku. Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ı yazdığında kendisine bu eseri kim okuyacak diye soruyorlar? Üstat diyor ki, ben hâle değil, istikbâle yazıyorum. Ben de Şeyh Galip gibi geleceğe yazıyorum.

"Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" diyor Bâki merhum…

Bu kubbede bir hoş sadâ bırakabilirsek bizden bahtiyarı olmaz.

SORU: İyi yazmanın formülü sizce nedir? Daha iyi yazmak isteyenlere ne önerirsiniz?

Einstein’ın bir sözü var, der ki; “Hayal bilimden daha önemlidir. Zira bilimin sınırları vardır, hayal ise sınırsızdır.” İyi yazmanın en temel şartı deli gibi okumaktır. Lakin bu yeterli de değildir. İnsanda doğuştan gelen hayal kurma yeteneği vardır. Ne kadar çok hayal kurabiliyorsanız o kadar zengin bir müktesebatınız olur. Salvador Dali’nın yatağının başucunda daima bir tuval bulunurmuş. “Rüya Ressamı” eskizlerini uyku arasında çizer tekrar yatarmış. Benim de başucumda not defterim ve kalemim var. Sadece rüyalarımı yazmam, dış dünyanın gailelerinden arınmış olarak uyandığımda hiç kimsenin aklına gelmeyen ilham ve fikirler gelir zihnime. Genç yazarlara önerim şudur: Çok okuyup çok tefekkür etsinler. İyi kitaplar okusunlar, insanın dağarcığı çöplük değildir, kaliteyi arayıp bulsunlar. İyi şeyler düşünsünler, unutulmasın ki insan neyi öncelerse o konuda ilhamlar gelecektir.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum…

ag.jpgag2.jpghazar.jpgkitaplar.jpg

Yorumlar