23 Kasım 2024
  • Manisa7°C
  • İzmir9°C

İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI

Bahadır Yenişehirlioğlu

06 Kasım 2011 Pazar 18:45

"İslam dünyası neden geri kaldı?" sorusu, bilinçsizce ama çoğu kez de kasıtlı olarak bugünkü Müslüman dünyanın mevcut haline bakarak, "İslam ile geri kalmışlık" arasında bir bağıntı kurmaya yol açmakta ve buradan hareketle söz konusu manzaradan İslam sorumlu tutulmak istenmekte ve bundan rant devşirilmeye çalışılmaktadır.. Oysa biraz sonra göreceğimiz gibi söz konusu olgu, sanıldığı gibi sadece bir toplumun kendi iç dinamiklerinden hareketle açıklanabilecek basit ve tek boyutlu bir olgu değildir. İslam ile geri kalmışlık arasında böyle bir ilişki kurmayı haklı kılacak gerekçeler kadar, haklı kılmayacak gerekçeler de ileri sürülebilir.

O zaman soruyu farklı bir perspektifden sormak daha doğru olacaktır: Dünya ülkeleri ve toplumları arasındaki gelişme farkları, bu arada Müslüman ülkeler ile diğerleri arasındaki farklar (ya da eşitsizlik) nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruya ilk önce, gelişme sorunu üzerinde yapılan kuramsal tartışmalar ışığında bir cevap vermeye gerekir. Amaç, gelişme problemine nihai bir sonuç bulma değil. Sadece yirminci yüzyılda tartışılan bu temel sorunun ne tür kuramsal açıklamalara yol açtığını özetlemektir.
 DERİN ÇELİŞKİLER

Ülkeler ve toplumlar arasındaki farklılıklar konusundaki yapılan kuramsal tartışmalar ve analizler genellikle iki soru etrafında dönüp dolaşmaktadır. İlk soru şudur: Gelişme farklılıkları ya da eşitsizliklerini yaratan faktörler, içsel midir yoksa dışsal mıdır? Farklılıkları içsel faktörlerle açıklayan kuramcılar, genellikle "geri kalmışlık" kavramını tercih ederek, bunu söz konusu ülkelerin ve toplumların eksiklikleriyle izah ederler ve geri kalmışlıktan dolayı onları sorumlu tutarlar. Gelişme farklarını dışsal faktörlere bağlayan kuramcılar ise uluslararası sistemin yapısını ve özellikle Batı dünyasının diğer ülkeler ve toplumlar üzerinde olumsuz etki yaratan müdahale ve tasarruflarını eşitsizliklerin kaynağı olarak görürler. Bunlara göre dünyada bir geri kalmışlıktan değil "geri bir aktırılmışlıktan söz edilmelidir.



Altmışlı yıllara kadar kuramsal yaklaşımlar, azgelişmişliğin sebeplerini söz konusu ülkelerin dahili fiziksel, ve toplumsal koşullarıyla açıklamaya çalışmışlar ve batılı ekonomik gelişme modelini izleme noktasında pek çok toplumsal ve toplumsal olmayan faktörlerin (uygun olmayan fiziksel koşullar; sermaye, modern teknoloji, eğitimli eleman ve yönetici yetersizliği, girişim ruhunun yokluğu, gelenekler vs.) engel çıkardığını ileri sürmüşlerdir. Buna göre gelişme, bu engellerin aşılması; ekonomik büyüme ve modernleşme yoluyla gelişmiş sanayi ülkeleri karşısında mevcut geriliğin giderilmesi olarak tanımlanmıştır. Ekonomik büyüme ile modernleşme arasında koşutluk kuran bu anlayışa göre batılı sanayi toplumlarının maddi ve maddi olmayan kazanımlarının aktarılması bu sorunu kökünden kazıyacaktır.

Zamanla gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklılıkların aşılmak bir yana derinleşmesi, bu kuramsal yaklaşım karşısında şüpheleri artırmıştır. Üstelik bu yaklaşımda, sömürge olsun veya olmasın Batılı ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri ve bağımlılık ilişkisi dışlanmış ve azgelişmişlik, bir dahili sorun olarak tarif edilmiştir. Modernleşmeci akımlara ve politikalara yönelik eleştiriler, yetmişli yıllarda yeni kuramsal açıklamalara yol açmış ve bu açıklamalarda dikkatler içsel faktörlerden dışsal faktörlere doğru kaymıştır. Başka bir deyişle uluslararası ekonomik ve siyasal ilişkiler mercek altına alınmıştır. Özellikle Batı sömürgeciliği ve emperyalizm, azgelişmişliğin temel sebebi olarak algılanmaya başlamıştır. Daha sonra adından çokça söz edilecek olan Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen, Özgüven Stratejisi, Çevre-Merkez İlişkileri, Bağımlılık Kuramı, Emperyalizm Kuramları vs. bu dönemde ortaya atılmıştır.

Bu yeni kuramlara göre, özetle azgelişmişlik; gelişmişlikten soyutlanarak ele alınamaz. Bu iki olgu, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir yerdeki gelişme otomatikman bir başka yerde az gelişmeye sebep olur. Bu iki olgu arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Çözüm, çevre ile merkez kapitalist ülkeler arasındaki sömürü ve değer aktarımına dayalı bağımlılık ilişkisinin koparılmasında yatmaktadır. Çevre ülkeler, ancak kapitalist merkez ülkelerden özerkleşerek ve kendilerini yalıtarak gelişebilirler. Bu çözüm tarzı, Soğuk Savaş döneminde sosyalist ideolojinin çekici gücüyle birleşince bir çok Üçüncü Dünya aydını ve genci arasında büyük bir heyecan yaratmış ve dünyadaki ideolojik hareketlilik ve gerginliklerin artmasını beraberinde getirmiştir. Bir yandan Batı sömürgeciliğinin etkisi dışında kalan ülkelerin de azgelişmişlik sorunu yaşaması, diğer yandan da sosyalist deneylerin başarısızlıkla sonuçlanmış olması, azgelişmişliğin suçunu buna rağmen genel gidişat global dünyada, bu dünya ile bütünleşerek gelişmenin sağlanabileceği noktasındadır.Kuramsal gelişmelerde de, dünyadaki gidişata paralel olarak artık tek yanlı ve basit izah tarzları bir tarafa bırakılmış ve yerini karşılıklı etkileşim ve bağımlılık gibi çok yönlü izah tarzlarına bırakmıştır.





 "Bugün İslam aleminin her tarafında değişim ve ilerlemek, yükselmek ve özgürlüğe kavuşmak kavuşmak meselelerinden başka bir mevzu konuşulmuyor. Halbuki büyük bir hayretle görüyoruz ki, Müslüman milletlerin düştüğü geriliğin mahiyet ve sebeplerinin ne olduğu hakkında, hala derin bir bilgisizlik hüküm sürmekte ve bu bilgisizliğin giderilmesi için hiç bir kimse, ciddi bir şekilde çalışmamaktadır.Sahte bahar devrimleri ile konuyu geçiştirmek mümkün değildir

Her ne kadar "geriliğimizi" ilk önce Batılılar keşfetmişlerse de, bu konuda çarpık bir fikir üretmişlerdir. Onlar "Müslümanların geriliğinin İslam şeriatının esasındaki noksanlıktan ileri geldiğini" iddia etmişler.Demek ki Batılılar işin gerçeği ile ilgilenmiyorlardı, onlar İslam hakkındaki kendi yanlış inançlarım ve önyargılarını tatmin edecek bir izah getiriyorlardı.Bundan da gerçeği kavramak yerine kendilerini yüceltmeyi amaçlıyorlardı.. İçine düştükleri asıl yanılgı batının dini tecrübesi ve dinden uzaklaşması özel bir durumdur. Dolayısı ile buradan doğru bir kavram açıklaması beklememiz mümkün değildir.

"Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin, bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği bir çok sebeplerin neticesinde ortaya çıkar." Bu önerme hakikaten çok külli bir önerme olup, geri kalmışlığın içsel ve dışsal sebepleri olduğu gibi, hiç bir zaman tek bir sebeple izah edilmekten çok uzaktır.
"Sosyal hadiselerde dini inançların tesiri büyüktür: fakat fertlerin mazisi,karakteri,zihniyeti ve hatta yaşadıkları iklim gibi çok çeşitli faktörlerde bu tesire iştirak ederler. Zaten bir sosyal olayı, sırf din ye mezheple ilgili bir başka hadiseden ayıran da budur Dinin bir toplumdaki etkisi onu izah ve tatbik edecek olan kişilerin karakterlerine de bağlıdır geriliğe yol açan din değildir, tam tersine gerilik, dinin yanlış tefsir edilmesine de sebep olmaktadır..Din olgusu toplumu etkilediği gibi,toplumda dini etkiler.



Buna göre Müslümanlar hem geçmişleriyle hem de başkalarıyla ya da kendi dışındakilerle yanlış ilişkiler kurmuşlardır. Müslüman milletlerin İslam'dan önceki yaşamları onları öylesine etkilemiştir ki bu onların İslamı değişen şartlara göre tefsir etmelerini engellemiş ve donuklaştırmalarına sebep olmuştur. Buradaki tefsir ana hatları asla kapsamamakta dır.Tefsir konusunu ancak bu boyutu ile kabul edebiliriz.

"Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlardır, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir." Demek ki gerileme dinden değil, Müslümanların kendi dinlerini zamanın gereklerine göre yorumlayıp ilerlemeleri doğrultusunda tefsir edememelerinden kaynaklanmaktadır. 
Müslüman dünyanın gerilemesinin ikinci sebebi, "İslam alemi ile Batılı Hıristiyan milletler arasında ortaya çıkan din düşmanlığıdır. İşte o düşmanlıktan doğan sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine, gözle görülür derecede mani olmuşlardır. Ayrıca karşılıklı nefret, Müslüman milletlerin, süratle gelişmekte olan medeniyeti tanıyıp ondan faydalanmalarına da imkan bırakmıyordu. Halbuki Müslümanların aşağı gördükleri o medeniyet, gitgide gelişerek, Batı milletlerinin üstünlüğünü meydana getirmekte idi." geçmişi ve ötekilerini reddetmeden, ama "milli" bir çözüm üretmektir. "Her millet, ancak kendi milli esasları sayesinde mutluluğa ulaşacağına inanır. Kendi düstur ve ananelerini bir yana atarak, komşularının esaslarını ve ananelerini kabul etmek hiç birinin hayalinden geçmez." Milli çözümün özü, geçmişi körü körüne taklit etmek olmadığı gibi ilerlemek adına başkalarını da aynı şekilde taklit etmek değildir. "Hiç duraklamadan gelişme ve ilerlemesini devam ettiren demokratik toplumların takip ettikleri usul budur."

Geriliğimizin nedenlerini "geçmişi taklit" ve "başka medeniyetlerle alışverişi engelleyen düşmanlık" olarak ta formülüze etmek mümkündür. Korkunun buradaki etkisi çok büyüktür.Bu da kendine olan güvensizlikten kaynaklanmaktadır.

Geçen yüzyılın başında doğan ve yüzyılı dolu dolu yaşayan Cezayirli Müslüman düşünür Malik Bin-Nebi, İslam dünyasının sorunlarına genel bir medeniyet perspektifinden bakarak yaklaşım getirmeye çalışır. Ona göre bir medeniyetin üç dönemi vardır: Ruh, akıl ve ibtidailik dönemi. Ruh dönemi kısa süren bir aksiyon dönemidir. Medeniyet bu dönemden akıl safhasına geçerken, aynı zamanda en üstün seviyesine de ulaşır. Uzun süren bir akıl safhasından sonra medeniyet ürünlerini verir ve nihayet ibtidailik aşamasına girer. Bu döneme geçiş en kritik dönem olup, gerileme sürecinin başlangıcıdır.



Bu çerçeve içinde baktığımızda, Malik Bin-Nebi'ye göre Avrupa yeni bir medeniyet oluşumuna başladığında, İslam medeniyeti gerileme surecine girmiştir. Demek ki Batı'yla karşılaşmadan önce Müslüman dünya yorgun düşmüş, tüm içsel dinamiklerini ve canlılığını yitirmiştir. İşte bu dönemde Batı sömürgeciliği. İslam dünyasına müdahale etmiş ve bu dünyanın geleneksel dengelerim' altüst ederek bir kaos yaratmıştır. Bu kaos bugün halen şurup gitmektedir.

Doğal olarak iç dinamiklerin eksikliği sömürüyü tetiklemekte ve bu kaos ve anarşiyi doğurmaktadır.
İslam dünyasında gerileme, Batı ile karşılaşmadan önce başlamış ve İslam dünyası "sömürülmeye müsait" bir hale gelmiştir. Bu geri kalmışlığımızın iç nedenidir. Bu iç nedenlerle, dış nedenler; yani sömürgecilik ve bunun olumsuz etkileri birleşince İslam dünyası içinden çıkılmaz labirente girmiştir.. Bu labirent içinde oluşan psikolojik ruh hali bir çok psikozlar ve efsaneler yaratmaktadır. Bu noktada Müslüman toplumlarda bir kurtarıcı bekleme ,ilahi bir hareket ile Mehdi  bekleme düşüncesi hep bu biz artık bir şey yapamayız düşüncesinden kaynaklanmaktadır.Bu noktada terörizmden medet ummak ve  kişisel olarak insanları dini argümanlar ile yanlış kurgulayarak birer silah haline getirmek son derece kolaylaşmaktadır.Şimdilerde bunun pek çok örneğini görmemiz mümkündür .

Müslüman dünyanın geri kalmışlık sorunu da dahil olmak üzere tüm sosyal-ekonomik ve politik sorunları Batı'yla karşılaşmadan önceki ve sonraki durumuyla ele alınmalıdır. Böyle bir ayrım, sorunların mahiyet ve sebeplerini anlamada bize yardımcı olacaktır.

Geri kalmışlık ve geri bıraktırılmışlık aynı sorunun iki yüzü mahiyetindedir. Bu sorunun ortaya çıkmasında hem içsel hem de dışsal sebepler rol oynamaktadır. Bu nedenle Batı ile ilişkiler diyalektik bir ilişki içinde ele alınmalıdır.. Bilhassa din, sadece etkileyen bir faktör olarak değil, etkilenen bir faktör olarak da tartışmalarda dikkate alınmalıdır.

Müslüman dünyanın meselelerine çözüm üretmek için hem yerli ,hemde yabancı düşünürlerden  faydanalınmalı  ve bu konuda Üniversitelerimizin çok daha yoğun olarak bu konuya kafa yormaları  ve önermeler ortaya çıkarmaları fevkalade önem arz edecektir.Türkiyenin rol modelliği bu konuda son derece önem arzedecek gibi görülmektedir önümüzdeki zamanlarda.

Yorumlar