26 Aralık 2024
  • Manisa7°C
  • İzmir9°C

ZER DE EBU ZERLE TEFEKKÜR

Tuncay Şen

14 Mart 2016 Pazartesi 11:46

ZER de ebu ZERle tefekkür

 Adem Göksügür’ün ilk romanı 288 sayfayı yüklenerek “Zer” ismiyle, Şubat ayının ortasında okurlarla buluştu. Evet roman geldi. Ama aniden beklenmedik bir anda ve ayak seslerini duyurmadan. Nadasta doğumu bekleyen iki romanı daha olduğunu bildiğim yazarın ilk soluklanışı olan Zer, hafızamızın derinliklerindeki raflarda yerini hakkıyla alacağına inandığım için bu yazıyı yazıyorum. Sebebi telifi buradan başlıyor.

KİTABIN KÜNYESİ

Adı: ZER

Yazarı: Adem Göksügür

Yayınevi: Kahraman Yayınları

Birinci Baskı Yılı: Şubat 2016

Sayfa sayısı: 288

Kitap boyutları:13,50 x 21,00 cm

ISBN: 9786055284800

 

   Mutemir olarak yurda döndüğümde yazarın sosyal medya hesabında tanıtımını gördüm. Romanla ilgilendim; çünkü ilgilendiklerimle ilgiydi. Romanı yayınevinden sipariş ederek alan ilk kişiyim. Hangi roman dönüp dönüp üç kez okunur sorusunun bende ki cevabıdır Zer.

  Adem Göksügür arındırıyor. Neyi arındırdığını anlamak gerekiyor.

  Adem Göksügür'ün Zer 'de “ne” söylediği ile daha çok ilgilendim. “Nasıl” söylediği ile ilgilenenlerin “neyi” söylediğini anlamadan atacakları adımların benim nazarımda değeri azdır. “Neyi nasıl söylediği” üzerine konuşmak için romanın ses getirmesini bekleyeceğiz.

   Romanın ismi ilgi çekicidir. Üç harften meydana gelen bu sözcüğe ne kadar derin manalar yüklersek yükleyelim taşıyabiliyor. Kulağı tırmalamıyor, söylenirken dil zorlanmıyor, duyulduğu anda hafızaya kolayca yerleşiyor. Bir başka yazar da Zer ismini seçmiş. Yani Zer deyince tek Adem Göksügür akla gelmeyecek edebiyat dünyasında. Biz burada “Adem Göksügür'ün Zer'ini değerlendiriyoruz.

  “Arka kapak metni yazmak kitap adını bulmak kadar zor ve stratejik bir iştir” diyen Bernand Visage'ye hak veriyorum romanın arka kapak yazısını okuyunca.

“Zer, tohum demektir, dirilişin fikir lügatinde ki karşılığı. Varoluşun bütün şifrelerini bulabilirsiniz tohumda.” diyor yazar arka kapakta. Nasıl bulacağımızı romanında anlatıyor: tefekkür ederek! Aslında roman da tefekkür anlatılmıyor, yaşatılıyor. Okur bir kaç yerde duygu seliyle ağlarken, “acaba yazar da bu bölümleri ağlayarak mı yazdı?” sorusuna cevap arıyor.

 Yazar bizi asırlar öncesine çekip saadet asrında karşılıyor. Tarihi romanlarda olması gereken dönemin coğrafi ve sosyo kültürel ortamı, zaman zaman yapılan tasvirlerde kurulan cümlelerdeki içlilik gösterilerek veriliyor.

  Kapanması oldukça güç olabilecek tartışmalardan kendini beri tutarken, satır aralarında o tartışmalara vakıf olduğunu veriyor.

   Zer, her ne kadar roman olarak bize sunulmuş olsa da, bir yönüyle Ebu Zer’in yaşamından romanın konusuyla ilişkilendirilmiş kesitler, bir yönüyle dostluğun anlamı, bir yönüyle arzu edilen aşk, çokça da tefekkürün berkitildiği içselleştirme çabalarının toplamıdır.

   Bu yazının odağında elbette Zer isimli roman olacak. Ancak onu yazan Adem Göksügür'ün de anlatılması gerekiyor. Okur yazarlığa adım attığımdan bu yana tanıyorum kendisini. Ben büyüdükçe o daha da büyüdü. Almanya’da geçer çocukluğu. İmam Hatip mezunu, Alman dili ve ebebiyatı ön lisansını almış ardından İlahiyat fakültesini bitirmiş, halen din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapmaktadır. Bir dönem idarecilik görevleri olmuştur. Hikâye, şiir ve makaleleri yayınlandı.ve ressamdır. Ahşabın şiirini naht ile yazdı. Fotoğraf tutkusunun peşinden gidiyor. Sevdiği şahikayı yazdığı romanlarla sürdürmeye kararlı. Şairler şairinin önem verdiği değerlerden olan  “kadirşinas itaatsizlik” ve “tevarüs edilmemiş asalet”i kendisinde hep görmüşümdür. Söylemesi gerektiği doğruyu eğip bükmeden dosdoğru söylediğine sıkça tanık olmuşumdur. Bu özelliğini romanın da yer verdiği Ebu Zer'in değişmeyen duruşuna benzettim.

   Çölü görmeden okura çölü yaşatmak? Zer'deki muhayyilesine hayran kaldım. Heybesinde ne yüklediğinin bilincinde.

   “Bütün bunlara cesaretiniz var mı? Açın öyleyse kitabın kapağını” diyerek okuru tahrik etmiş. Belli ki roman bu şekilde okunduğunda anlaşılabilecek.

   Ön kapak tasarımı için “Adem Göksügür kızsada (1)” beğenmediğimi söyleyeceğim. Ancak nasıl olması gerektiği yönünde bir fikrim de yok. Sunulacak seçenekler olmalı bunun için. Ama kitabı alan okur arka sayfadan okuması yönünde fazlasıyla güdülendiği o tahrik ile cesaret kazandırıldıktan sonra okumak için kitabı döndürdüğünde göreceği resimde; romanın içinde neler olabileceği hususunda merak uyandırılıyor. Bu da bir tahrik değil midir? Zer rengi çöl rengidir. Gideceğimiz istikametin çöllerden geçeceği o zorluğu göz önüne seriyor. Çöl fırtınasına dönüşecek hortum, kervana yaklaşıyor. Çölde ölüm sürünüşüne dikkat çekilmiş. Başına sarık sarmış yakışıklı bir genç ve sırtı okura döndürülerek güzelliği saklanmış bir kadın. Romanda gizemli bir aşkın geçtiğinin emaresidir bunlar. Zer; böyle fonda kabaran koyu kızıl rengiyle gözlerden beyine impuslar gönderiyor.

   Roman kahramanı Hatıp'ın “o bana hissetmeyi öğretti” sözü ön kapakta serlevha olarak yer alıyor. Ona hissetmeyi öğreten Ebu Zer'dir. Bu sözü beynimize nüfuz ettirerek romanına çağırıyor.  Tefekkürün düşünme boyutundan hissettirme boyutuna ulaşacağını ilan ediyor.

   Romanda zaman zaman şiirler görüyoruz. Yazarın yayınlanmış şiirleri olduğunu bildiğimiz için yadırgamıyoruz. Ebu Zer'i anlattığı şiiri bana Sıtkı Caney'in Ebuzeran şiirini anımsattı, yeniden dönüp okudum bu vesileyle. Ne şiirdi ama… Şiir romana derinlik hissi veriyor. Tefekkür için açılmış olan zihin, şiirlerle daha da derin düşünmeye sevk ediyor. Okurken düşündürttüğü için düşünüyoruz. Düşündükçe düşünüyoruz. Ve bu düşünme anlarında şiirle karşılaşıyoruz. Ve şiirle düşüyoruz. Şiir kanatlı sözdü, kanatlanıyoruz. Aklıma Edip Cansever'in “Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır” sözü geldi. Hal oldum!

Şiir güçlüyse dönüp dönüp yeniden okutur kendini. Roman bugünlerde elimden düşmüyor!

   Hoş görülsün, özeneceğim. Devran döndü ve sıra Zer isimli romanı övmeme geldi… Acaba Adem Göksügür’ün yazdığı bu romanı, Ebu Zer hakkında iyi şeyler söylediği için mi öveceğim; yoksa O’nun hakkında söylenecek şeyleri iyi söylediği için mi? İlk sorunun cevabı: Hiç de değil! İkinci sorunun cevabı: Tam tamına değil! Çünkü bu roman Ebu Zer romanı değil. Ebu Zer'i Ebu Zer yapan tefekkürdür şiarını edindiriyor bize.

   Tefekkür anlatımı berkitmek için Ebu Zer’den destek alınıyor. Bunun için neden Ebu Zer tercih edildiğini düşündüm. Ebu Zer ismi anıldığında hiçbir mezhep yüzünü ekşitmez. İlk üç halifeden biri için bu geçerli değildir. Yazar herkesi kucaklayabilmek için seçici davranmış. Dayanağına sadece tutunmuyor. Ona yüzyıllarca atfedilenlerden arındırma çabası veriyor. Bu çabası kanımca başarıya ulaşmıştır.

    Sahabeden romanda yer alanlar yazar tarafından konuşturulduğu için bazı kesimlerce sertçe eleştirileceğini düşünüyorum. Sırf bu nedenle romanı basmak istemeyen yayınevleri çıkmış. Bana göre “sen sahabeyi nasıl konuşturursun!” gibi sert, anlamsız ve tutarsız yaklaşımı seçmek yerine; konuşturmalarda sarih kaynaklara ters düşen sözlerin geçip geçmediğine dikkat kesilmelidir. Sonuçta o dönemleri anlatan sıkça filmler çekilmiştir. “Çağrı” filmi bunların en meşhurudur. Peygamber ve raşit halifeler dışında birçok sahabe konuşturmadan öte rol verilerek oynanmıştır. Romanda sıkça geçen Ebu Zer Gıfari’nin yerli yapımı bir filmi çekilmiştir: Ebu Zer'i Reha Yeprem oynamıştır. Hıristiyan ve Yahudi yapımı filmlerde ise peygamberlere rol verildiğini görüyoruz. Bu filmleri ramazan ayında televizyon kanallarında sıkça görebilirsiniz.

   Benliği Asrısaadet dönemine çekilmiş okur, o dönemde olduğunu hissettirmek için elbette dönemin yaşayanları karşılaştırılmalıdır. Tefekkür eden sahabeden Ebu Zer ve Ebu Musa zaman zaman konuşturuluyor. Onların birlikte yaptıkları tefekkürlere tanık oluyoruz.

Konu anlaşılması için zaman zaman ayet ve hadisler romana dâhil edilmiş.

Şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba Ebu Zer'i bu romandan tamamen çıkarsak ne olurdu? O zaman bu yazıyı okumuyor olacaktınız! Bundan yazar Ebu Zer'i tamamen güçlendirmek ve romanı sattırmak için romanına dâhil etti sonucu çıkmasın. Bu sığ anlayış yazarı ucuz pragmatist olarak gösterirdi. Birazdan sayacaklarımı romanda görmeseydim açıkça ben de öyle düşünecektim. Oysa Adem Göksügür çoğu insanın fark edemeyeceği bir şey yapıyor. Bu sahabeye yakıştırılmış doğru olmayan “şeylerden” arındırıyor. Sahabe nasıl konuşturulur diyen tepkici kesim; asıl Ebu Zer basılı yayınlarda hangi sıfatlar ile anıldığına bakmalıdır. Evet, nedir bunlar:

"Bir isyan makamı Ebu Zer"

"Muhalefetin başı, servetin düşmanı"

"Ortaçağın Robin Hood'u, Eşkiya Ebu Zer"

"Eflatun’dan sonraki ikinci sosyalist"

"Ebu Zer Gıffari, devrimci İslam’ın sembolü"

"Sosyal adaletçi ve devrimci: Ebu Zer Gıffari"

"Ümmetin yitik vicdanı Ebu Zer"

"Ebuzerizm"

"Başkaldırmanın müslümancası"

"Anarşist Müslüman Ebu Zer"

"İslam dünyasının ilk anarşisti"

"Zulme başkaldıran cesur yürek"

"Emevi Dinciliğine Karşı Mücadelenin Öncüsü Ebu Zer"

" Ebu Zer, devrimcilerin kuru ekmeği yolumuzu aydınlatıyor"

"Yalnız sahabi"

"Rebezenin yalnızı... Baş kaldırıyorum, o halde varım."

"Sivil itaatsizliğin öncüsü, Ebu Zer"

"İslam’ın ilk kapitalizm itirazı Ebu Zer el Gıfari ve Ebu Zer hareketi"

"Ebuzer: Issız Çölde Yalnız Mezar"

"Hakikat, Öfke ve Ebuzer el Gıfari"

"Dinci tahakküme karşı çıkışın prototipi olarak Ebu Zer"

"Çölde bir devrimci, Ebu Zer"

"Ebû Zer Spartaküs müydü?"

 Öyle anlaşılıyor ki, bazı Müslümanlar Ebu Zer'in neye taalluk ettiği konusunda ciddi zihnî karışıklığına sahipler. Bu zihin karışıklığı bizde kafa karışıklığı yapmıştır. Övüldüğü üzere kafa karışıklığı iyidir. İnsan bir kafası olduğunu anlıyor. Zer; zihni karışıklığı olanlara kafası olduğunu anlatacak kafa karışıklığını oluşturacak güçtedir.

 

Çarşıdan Yusufları toplamak değil amacım, kuyudan Yusuf’u çıkarmak. Roman biraz da bu yüzden okunmalı.

...

“Her şey bana Seni hatırlatıyor”  tecellisi tefekkürdür derler. Tefekkür ile haddimizi, küçüklüğümüzü anlarız. "Kalbin çırası, ruhun gıdası,  bilginin ruhu ve hayatın da kanı, canı ve ziyasıdır. Tefekkür olmayınca kalp karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve hayat da kadavralaşır." demişler. Ne güzel demişler.

Ebu Zer'in tefekkürünü eşi şöyle anlatıyor: “Günün bir kısmında odanın bir köşesine çekiler, sırtını duvara yaslar, ellerini başına koyar, dakikalarca düşünür, bazen hıçkırıkları yan odaya kadar gelir beni uyandırırdı. Onun değişik bir ibadetini soruyorsanız işte bu tefekkür halidir. ”Tefekkür aklın iliğidir! Tefekkür, bir aynadır, layıkıyla bakabilene sevap ve günahlarını gösterir. "Cogito ergo sum"un müslümancası tefekkürdür.

Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla olgunlaşır daha amel eder!'

Kur’an-ı Kerimde tefekkürü anlatan çokça ayet var. Kuranın genel yaklaşımı kulu tefekküre çağırır ayetlerinin sonundaki o sorular birden insanı kendine getirir gibi... Bizzat; Bak! der gibi yerler….;

...Şükretmez misiniz? 

... Hala tefekkür etmez misiniz? 

... Düşünmez misiniz? 

... Korkmaz mısınız? 

...  Bilmiyor musunuz?

...Görmüyor musunuz?

...Akletmiyor musunuz?

    Sahabe arasındaki ilişkilerde yaşanmış olumsuzlukları görmezlikten gelenler olduğu gibi, sahabe arasındaki bu olumsuzlukları, çok boyutlu şüpheler ortaya koyarak ve kendi bazı yanlış kanaatlerini, yalan, iftira ve kinleri ile birleştirerek olaylara yorum getirme yolunu seçmişlerdir. Her iki tutumda doğru değildir. Olumsuzlukları görmezlikten gelmek, onları günahsız bir konuma sokmak olur ki, bu yanlıştır. Onlar masum değillerdir.

   Sahabe arasındaki olumsuz olayları gereğinden fazla büyütenler ve onları tasnife tabi tutarak bir kısmını tartışmasız doğru, bir kısmını da yanlış olarak değerlendirenler en az birinciler kadar hatalıdırlar. Bunların önemli bir bölümü çoğu kez yalana ve iftiralara başvurmaktadır.

Meydana gelen olumsuzluklar, olumlu olanları arasında çok azdır ve çok küçüktür. Bu insanların pek çoğu, hataları kendilerine hatırlatıldığında hatalarından dönmeyi bilmişlerdir.

Peki kimdir Ebu Zer?

Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Issız çöldeki yalnız mezarında görkemli yatışı aslında ne kadar çok şey anlatıyor…

Ebû Zer, asıl adı Cundub bin Cunade bin Sekan'dir. Gıffar kabilesindendir. Atılgan, gözü pek bir yağmacıyken; tefekkür ederek yaratıcısını bulmuş kendince ibadet etmeye başlamıştır. Mekke de bir peygamberin zuhur ettiğini duyduğunda Onunla tanışmak istemiş ama öncelikle kardeşi Uneys'i göndermiştir. Çünkü kardeşi şairdir. Onun değerlendirmesine öncelik vermiştir. Nitekim kardeşi döndükten sonra “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” der. Mekke ye ulaşmanın zorluğuna ek olarak günlerce Kâbe de tanışmak istediği peygamberi nasıl bulacağını düşünür. İslam gizli davet dönemindedir. Kimseye soramaz. Oysa aradığı peygamber bağırsa duyacağı uzaklıktadır. Onu Hz. Ali alıp peygamberimize götürür. Bu ilk tanışmadan sonra Müslüman olur, gidip kabenin yanında Müslümanlığını haykırır. Dayak yer. İslam’ı ilk kabul edenler arasındadır. Beşinci kabul eden diyenler de vardır. Peygamberimiz onu kabilesinin yanına gönderip İslam’ı anlatmasını ister. Kabilesini etkiler. İslam’ın ilk davetçisidir.

Bugün Müslümanların birbirleri ile karşılaştıklarında verdikleri selamı Peygamberimize ilk veren odur.

 Daha sonra Medine ye Hicret eder, peygamberimizin mescidindeki Suffe ashabına katılır ve Peygamberimizin rahleyi tedrisatından geçer. Paraya pula değer vermeyen, Bilal Habeşi’yi kırdığı kendine gösterildiğinde Onun ayağının altına yanağını koyacak kadar (2) mahviyetkâr (Kendisine atfedilen büyüklüğü kabul etmeyen alçak gönüllü kişi), hizmetçisi ile aynı elbiseyi giyecek ve aynı yemeği yiyecek kadar mütevazı bir kimse haline geldi. İleride Ebû Zer için “Gök kubbenin altında ve yeryüzünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur.” diyecekti.

 Peygamber ona "Abdullah" ismini verir.

 Bir defasında Resûlullah’tan bir memuriyet ister. Peygamberimiz ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer hemen isteğinden vazgeçer. Peygamberine sadık kalır halifeler tarafından teklif gelse de asla idareciliği kabul etmez.

Peygamberimiz ona “Senin hizmetin, emirlerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı hizmeti sen kafa ve fikrinle yaparsın.” demiştir.

  Tebük Seferinde Ebû Zer'in azmi ve sadakatinin boyutunu görürüz.(3)

Zorluklara rağmen Ebu Zer yaya olarak sefere yetişir.  Resûlullah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu. “Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Allah senin bir günahını bağışlasın.” demiş ve ardından “Ebu Zer,yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” demiştir.

Ebu Zer, Ehlibeyt’e hep sadık kalmıştır. Ebu Zer'in torunu Yahya ve büyük torunu Akil, Kerbela’da şehit düşmüştür. Mekke fethi sırasında kendi kabilesinin sancaktarlığını yaptı.652 de Medine çölü yakınlarında Rebeze'de yalnız iken vefat etmiştir.

“Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır, yok eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir.”

Ebû Zer halife ile görüş ayrılığına rağmen devletin bekasını düşündüğünden kendisini isyana çağıranları itaate davet etmiştir.

Bir gün Resûlullah (s.a.v.) ona şu soruyu sordu: “Ebû Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran birtakım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın?”Ebû Zer: “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki, o zaman kılıcımla onları öldürürüm.” dedi. Resûlullah: “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim mi? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret!” buyurdu. Ebu Zer, vasiyeti tutacaktı. Nitekim asla kılıca sarılmadı. Ama ümmetin malını çarçur eden yöneticilere karşı bir an susmadı, hep onları eleştirdi.

Ebu Zer el-Gıfârî, tüm bu servet toplayanları, biriktirenleri görüyor, görevinin ne olduğuna veya sorumluluğuna bakmaksızın hepsine karşı kılıcına sarılıyordu. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vasiyetini hatırlayınca kılıcını tekrar kınına yerleştiriyordu. Çünkü bir Müslümana karşı kılıç çekmek doğru değildi.

Mü’min, mü’mini ancak yanlışlıkla öldürebilir.”

Onun üstlendiği rol öldürmek değil, itiraz etmekti.

Kılıç hiçbir zaman toplumsal değişmeyi veya bir olgunun toplumda yerleşmesini sağlayamaz. Bunu ancak doğru, güvenilir ve tutarlı söz sağlayabilir.

Ebu Zer Peygamberimizin sırdaşıdır. Birlikte çok vakit geçirmişler. Birlikte tefekkür de etmişlerdir. Bir gün akşamüzeri peygamberimiz

“ Ya Ebu Zer biliyor musun güneş nereye gidiyor?” Dediğinde, Ebu Zer:
“Allah ve Resulü daha iyi bilir” diyecek, bunun üzerine Resulallah efendimiz kendi sorusunu şöyle cevaplayacak:
“Arşın altında Rabbini secde etmeye!”

Bir akşamüstü güneşi bu nazarla seyrederken hepimize; “her sabah başını secdeden kaldırıp Rabbinin huzurunda kıyama duran;ikindi vakti rükuya eğilen, akşam vakti tekrar secdeye kapanan bir güneş” tasavvuru sunarak kainatı seyrin adabını öğretmektedir Peygamber efendimiz.

...

Yalnızlık zor değil mi Ya Ebur Zer? demişler

 Ebu Zer:" İnsanlar daha zor!"

...

Ebu Zer'in göklerde yerdekinden daha meşhur bir duası vardır.(4)

Ahde vefa kalmamış dedirtmem! Hz. Ömer'in halifeliği döneminde ki gerçekleşmiş bir olayda ki Ebu Zer'in  tutumu onu anlatmaya yeterken okuyanları duygulandırıyor. (5)

Peygamberimiz Onun hakkında “Yeryüzü, Ebuzer’den daha doğru konuşan birisini üzerinde taşımamış; gök de (bulutlar da), ondan daha doğru konuşan birisinin üzerine gölge salmamıştır.”

Hazreti Ali (r.a.) O’nun için şöyle demiştir: “Ebû Zer’den başka, kınayıcının kınamasından çekinmeyen kimse kalmadı bugün.”

...

Muaviye köleye: Eğer bu altın kesesini Ebu Zer’e vermeyi başarırsan özgürsün” der. Köle, Ebu Zer’in yanına varır altınları kabul etmesini ister. “Ey Ebu Zer!, bu parayı al, çünkü benim özgürlüğüm sana bu parayı vermekle başlayacaktır.” der.  Ebu Zer cevap verir: “Evet ama benim de köleliğim bu parayı almaktadır!” der.  

İsmet Özel bir yazısında “Rasulullahın Ebu Zer'e şöyle dediğini yazar: “Bu şehirde evler iki katlı olduğu zaman sen bu şehirde durma.” 

 …

Ebu Zer birçok hadis nakletmiştir.

"Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa kelime kendine döndürülür." 

Yöneticilerle arasına hep mesafe koydu.Bir gün Ebû Musa el-Eş’arî ile karşılaştı. Cübbesini açmasa onu göremeyecekti. Ebû Musa neşe içinde ona: “Ebû Zer, merhaba kardeşim!” dedi. Ebû Zer onu iterek: “Ben senin kardeşin değilim. Sen vali ve yönetici olmadan önce kardeşindim.” dedi.Aynı şekilde Ebû Hüreyre ile karşılaştı, ondan uzaklaşarak, şöyle dedi. “Benden uzak dur. Sen değil misin valilik alan, bina yapmada yarışan, hayvanlar ve arazi edinen?”Ebû Hüreyre kendisini müdafaa etmeye ve bu söylentilerden temizlemeye çalıştıysa da olmadı. Çünkü Ebû Zer onun bulunduğu makamı ve serveti çok aşırı buluyordu.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve servet stoklamaya karşı çıkarak yaşadı.(6) Hatayı yıkıp, doğruyu ikame etmek için yaşadı. İyiliği emir, kötülükten nehiy etmenin mesuliyeti ile yaşadı.

Hayatı, ondan başkasının ulaşamayacağı bir yolda geçti. Kahramanlığı ve zühdü tarihte tek başına anılacaktır. Aynı şekilde Allah indinde de tek başına diriltilecektir. Çünkü onun erdem ve üstünlükleri o kadar çoktur ki, yanında başka biri için yer bırakmaz!!..

Zulüm, haksız kazanç ve şatafat konusunda son derece hassas olan Ebu Zer, Efendimiz’e verdiği söz gereği kılıcına asla sarılmaz ama sözünü de esirgemez. Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmez. Ancak ne zaman ki fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmış, İslam dünyası zenginleşmiştir; baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluk da zaaflarla mücehhez insanoğlunu esir almaya başlar. Resulullah’ın “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” mirası kalır ona yadigâr.

SERENCAM

  Alışılmışın dışında “book review” oldu, farkındayım, bu da benim farkım olsun.

  Ebu Zer'i Ebu Zer kılan onun tefekkürüdür. Hira dağında Peygamberimizin yaptığıda tefekkürdür.

  Romanı yayınlamak istemeyen yayınevleri olmuş, yazık.

  Bu yazıyı yazarken arı kovanına çomak sokmuş gibi hissettim kendimi.

“Cesaretiniz varsa okuyun" diyor ya yazar arka kapak da şimdi ben o sözü “cesaretiniz varsa yazın öyleyse!" şeklinde çoğaltıyorum.

Tek ve korunmuş kaynaktaki kavramları istediğiniz gibi yorumlarsanız gerek yokken farklıklar yaratırsınız.  Yine o kaynağı saadet asrında yaşayanları kendi bakış açımıza göre anlamlar yüklemeye kalktıkça farklılıklar çoğalır, kapanmaz hale gelir.         

  Adem Göksügür hem kavramlardan en önemlisini (tefekkür) romanına konu edinerek, hemde o kavramı en iyi yaşayanlardan birinin (Ebu Zer) üzerindekileri de arındırma gayretine girişmiş. Bu gayret başarılıdır ve takdir edilmelidir.

“ZER” dostluk, ihanet, aşk ve fedakârlığın sadece birer sözcük olmadığını ruhun derinliklerinde hissettiren, insanı yutan kara delikleri aşarak kendisini Allah’ın huzuruna çıkaran, ruhunuzu tahlil etmenizi sağlayan bir roman.”

Birine Allah'ın selamını verirken aklınıza bu selamı peygamberimize ilk kullanan Ebu Zer gelsin.

Ben ZERde ebu ZER le tefekkür ettim. Haydi siz de edin!

 

Tuncay Şen

drtuncaysen@gmail.com

NOT: Akhisar ikamet edenler Kültür Kitapevinden (Murat Gür) kitabı temin edebilirler.

 

HAŞİYE (yaklaşık olarak:dipnot)

1 “Adem Göksügür kızsada..)

.Bu ifadeyi kullanmadan önceki cümlerde şöyle demiştim:

“Söylemesi gerektiği doğruyu eğip bülmeden dosdoğru söylediğine sıkça tanık olmuşumdur.Bu özelliğini romanın da yer verdiği Ebu Zer'in değişmeyen duruşuna benzettim.”

Ebu Zer Kızsa da.. hadisini kendisine çağrıştırmak içindir.

“Zina ve hırsızlık yapan da cennete girecektir” buyurunca Ebu Zerr hiddetlenmiş (nasıl olur yav anlamında) arkasından Hz. Peygamber eklemiş “Ebu Zerr kızsa da…”

 

2.Ebu Zer ile Bilal-i Habeşi arasında bir tartışma yaşandı. Tartışmanın etkisiyle Ebu Zer kendine hakim olamadı ve Bilal'e "Ey siyah kadının oğlu" deyiverdi. Bu söz renginden dolayı hor görülen Bilal'i derinden yaraladı. Yara gün geçtikçe büyüdü ve Bilal bu yaraya dayanamadı Efendimiz (s.a.V.)'e geldi ve şikayetini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) son derece rahatsız oldu ve hemen Ebu Zer'i çağırttı. Ebu Zer geldiğinde  Peygamberimiz (S.a.V.): "Ya Ebu Zer! Sende hala cahiliye kalıntıları görüyorum. Kişi hiç anasından dolayı kınanır mı?' diye sordu. Ebu Zer (r.a.) yapmış olduğu hatanın bu kadar derin yaralar açacağını düşünememişti. içine pişmanlık ateşi düştü. Ne yapıp edip Bilal'in gönlünü almalıydı. Sabahın seher vaktinde Bilall'in evine vardı. Yüzünü Bilal'in eşiğine koyarak uzandı. Az sonra Bilal kapısını açtığında Ebu Zer'i yüzü eşik üzerinde olarak gördü.
Bilal-i Habeşi:
- Bu ne haldir ya Ebu Zer! Lütfen hemen kalk!
Ebu Zer:
- Ya Bilal kesinlikle kalkmayacağım. Ancak o siyah ayağını yüzüme sürersen o zaman kalkarım diye karşılık verdi.
Bilal:
- Ya Ebu Zer, sen ne diyorsun! Lütfen kalkar mısın?(1)
Ebu Zer:
- Asla! Ancak ayağını sürersen!
Bilal anladı ki Ebu Zer kalkmayacak. Çaresiz ka/dı ve ayağını hafifçe Ebu Zer'in yüzüne sürdü bunu yaparken de gözyaşları döküıüyordu. Bilal ayağını sürer sürmez Ebu Zer de kalktıi ağlayarak kucaklaştılari kardeşlik havasını derin derin teneffüs ettiler.
Kaynak:Bekir Sağlam , syf33

(1)Kırgın olduğu halde rica ederek kalkmasını istemeside ayrı bir cennet kıyısı
İşte Görüyorsunuz Asr-ı Saadette bir kaç sahabenin hatalarından ötürü duydukları pişmanlık ile yaptıkları şeyler...
 

3.

Tebük seferine Ebu Zer de hazırlanıyordu.Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazıları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer de görünürlerde yoktu. Sahabiler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer’in de olmadığı hatırlatıldığında Resûlullah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır.” Zorluklara rağmen Ebu Zer yaya olarak sefere yetişir.  Resûlullah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.“Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Alllah senin bir günahını bağışlasın.” demiş ve ardından “Ebu Zer,yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” demiştir.

 

4.

Hz.Ali (k.v.) anlatıyor:
"Bir ara Cebrail aleyhisselam, Rasûlullah’a (s.a.v.) gelmiş. Onlar henüz birlikte iken Ebu Zerr (r.a.) çıkagelmiş. Cebrail aleyhisselam onu görünce; 
- "Ebu Zerr" demiş. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle demekten kendini alamamış: 
- "Ey Allah'ın Emîni (Cebrail)! Siz Ebu Zerr'i tanıyor musunuz?" Cebrail aleyhisselam:
- "Evet. O göklerde yerdekinden daha ünlüdür. Oralarda onu tanımayan yoktur. Bu da her gün iki defa yaptığı duadan ileri gelmektedir. Melekler ona hayrettedirler. İstersen çağır da ona o duayı soruver" deyince, Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Zerr'i (r.a.) çağırmış ve şöyle demiş:
- "Ey Ebu Zerr! Her gün yaptığın dua var mıdır?" Ebu Zerr (r.a): 
- "Evet, anam-babam sana feda olsun, ey Allah'ın Rasûlü! O duayı herhangi bir insandan işitmedim. O, sadece Rabbimin bana ilham ettiği on cümledir. Her gün iki kere onu söylerim. Bunu da şöyle yaparım: 
Önce kıbleye karşı yönelerim. Allah Teala'yı bir miktar tesbih (sübhânallah derim), bir miktar tehlil (Lâ ilâhe illallah derim) ve bir miktar da hamdederim (el-hamdülillah derim). Sonra da bir miktar tekbir getiririm (Allâhu ekber derim). Daha sonra şu on cümlelik duayı yaparım:
‘Allâhümme innî es’elüke îmânen dâimen ve es’elüke kalben hâşian, ve es’elüke ılmen nâfian, ve es’elüke yakînen saadikan, ve es’elüke dînen gıyemen, ve es’elükel-âfiyete min külli beliyyeh, ve es’elüke temâmel-âfiyeh, ve es’elüke devâmel-âfiyeh, ve es’elükeş-şükra alel âfiyeh, ve es’elükel-ğınâ alennâs’.
Manası: 'Allah'ım! Senden daimi bir iman dilerim. Allah'ım! Senden korkan bir kalp niyaz ederim. Allah'ım! Senden yararlı ilim isterim. Allah'ım! Senden doğru bir yakin,derinden inanmak dilerim. Senden afiyetin tamamını ve devamını dilerim. Senden afiyetin gereği gibi şükretmeye beni muvaffak kılmanı dilerim. Ayrıca beni kimseye muhtaç etmemeni de dilerim.'
Bunun üzerine Cebrail aleyyisselam şöyle dedi:
"Ey Muhammed! Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ümmetinden her kimi bu duayı okursa, denizlerin köpüğü, yeryüzündeki toprağın sayısı kadar günahı olsa bile bağışlanır. Ümmetinden rastladığım herhangi bir kimsenin kalbinde bu dua bulunursa, Cennetler ona âşık olur. İki melek de devamlı olarak onun bağışlanmasını diler. Cennet kapıları ona açılır ve melekler ona şöyle seslenir:
'Ey Allah'ın velîsi, hangi kapıdan istersen gir Cennet’e.

 

5.
Hazreti Ömer 'in hilafeti döneminde, Hz. Ömer Ashabı Kiram ile beraber bir meclisle oturuyorlarken, karşıdan üç kişinin gelmekte olduğunu gördüler. Bu gelen kimseler bir delikanlıyı yakalayıp ellerinden sıkıca tutmuşlar ve belli ki Halifenin huzuruna çıkarmak üzere getiriyordu. Bütün sahabenin dikkatli bakışları arasında bu üç kişi yakaladıkları gençle berber gelip Hz. Ömer'in huzurunda durdular. Hz. Ömer sordu:
Söyleyin bakalım derdiniz nedir?! Bu delikanlının ne suçu var da, böyle sıkıca tutup buraya getirdiniz?! Bu üç delikanlıdan biri söz alıp meseleyi anlatmaya başladı:
Ya Emirel Müminin! Bu genç bizim babamızı öldürdü. Biz de adliilahinin tatbik edilmesi için huzurunuza geldik. Babamızın bir suçu olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü babamız etrafta sevilip sayılan, hatırı olan bir kimseydi. Şimdi bunun için ne yapmak lazım geliyorsa onun yapılmasını sizden istiyoruz.
Peygamber Efendimizin ikinci halifesi, adalet güneşi Hazreti Ömer o gence: Bunların dediklerini duydun. Söylenenler doğru mu? Eğer doğruysa senin söyleyeceklerin nelerdir?! dedi
O genç bu söylenenlere itiraz etmedi. Bunların doğru söylediklerini ancak kendisinin de bazı söyleyecekleri olduğunu belirterek, izin aldıktan sonra konuşmaya başladı:

Ya EmirelMüminin! Ben bir köylüyüm, Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselam'ın ‘Benim kabrimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir.' buyurduğu üzere, buraya Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam'ın kabri şerifini ziyaret etmeye geldim. Medine civarına geldiğimde abdest tazelemem icabetti. Binitimden indim ve müsait bulduğum bir hurmalık yakınında, abdest tazelemek için meşgul olurken, baktım ki atım hurma dallarına uzanmış; yemeye çalışırken ağacın dallarını kırıyor ve zarara sebebiyet veriyor. Buna mani olmak için derhal atımın olduğu tarafa koştum. İşte o anda karşıdan yaşlı bir adam bana karşı bağırarak geldi, iyice yaklaştıktan sonra hiçbir şey demeden ve sormadan, bir şey söylememe fırsat bulamadan, elindeki büyükçe taşı atıma hızla vurdu ve takdiriilâhî at düşüp öldü. Atımı çok severdim, ondan başka da binitim yoktu ve o yaşlı adam atımı bir hiç uğruna öldürmüştü. Dayanamadım, ben de onun ata vurduğu taşı alıp kendisine fırlattım. Fakat bir de baktım ki, takdiriilâhî adamcağızın eceli gelmiş olacak ki o da öldü. Tabii ki bu duruma çok üzüldüm. Azıcık bir öfke sebebiyle bir adamın ölümüne sebep olmuştum, Hemen bu yaşlı adamın kim olduğunu araştırdım, ailesini buldum çocuklarına durumu uygun bir dille anlattım. İşte durum bundan ibaret Ey Halifei Müminin!
Ben şayet o anda kaçmak isteseydim, kolayca kaçardım; ama ben Allah'a ve ahiret gününe inanmış bir kimseyim. Cezam ne ise onu dünyada çekmeye razıyım, ilâhi adalet ne ise tatbik edilsin ve hak yerini bulsun.

Delikanlının anlattıkları ve bu tavrı, sahabet kiramı da etkilemişti; ama hüküm ne ise tatbik edilecekti. Babaları ölen gençler diyet almaya razı olmuyorlar ve kısas yapılmasını istiyorlardı; karar verildi. Kısas yapılacak ve o genç idam edilecekti. Genç bu hüküm karşısında hiç itiraz etmedi. Telaşlanmadı ve paniklemedi, gayet soğukkanlı bir şekilde hükme rıza gösterdi. Yalnız bir ricası vardı. Buraya ziyaret maksadıyla geldiği ve böyle bir şeyin de başına geleceğini bilemediği için mutlaka halletmesi gereken bir işi vardı ve dedi ki:

Bu hükme hiçbir itirazım yok; olamaz da... Şeriatın kestiği parmak acımaz. Ben bu hükme razıyım. Fakat sizden bir ricam olacak, ister kabul eder, ister etmezsiniz, bu sizin bileceğiniz bir şey. Ricam şu ki: Benim bakımıyla ilgilendiğim bir yetim var. Onun bana teslim edilmiş olan altınlarını bahçemde bir yere gömdüm. Bu altınlar o yetimin geleceği... Onların yerini de benden başka kimse bilmiyor. Eğer bana üç gün müsaade ederseniz, gider onların yerini o yetime bildiririm. Böylece hem o yetim yavrunun gelecek açısından maddi problemi hallolmuş ve mahrum olmamış olur, hem de ben Ruzi cezada mes'ul olmaktan kurtulmuş olurum.
Hz. Ömer bunun üzerine dedi ki: Şu anda sana nasıl müsaade edebiliriz ki? Zira sen bir suçlusun, cezan infaz edilecek.., Hem ya kaçarsan?
Efendim kaçmayacağıma dair Allah adına hepinizin huzurunda yemin ederim. Zaten kaçmak isteseydim daha evvel rahat bir şekilde kaçabileceğimi söylemiştim.
Seni serbest bırakmamıza imkân yok. Ancak yerine bir kefil bulabilirsen serbest kalabilirsin.
Genç o civarın yabancısıydı. Rasulullah'ın kabri şerifini ziyarete gelmişti. Bu civarda kimseyi tanımıyordu ki kefil bıraksın. Genç son çare olarak oradaki sahabei kiramı süzdü, göz gezdirdi. Acaba kendisine kefil olan çıkar mıydı? Tekrar gözden geçirdi, kalbinin sesine kulak verdi ve orada hazır bulunanlardan Ebu Zerri'lGıfarî yi göstererek:
Bu zat bana kefil olur; dedi. Bu sefer Hz. Ömer:
Ya Eba Zerr! Ne diyorsun kefilliği kabul ediyor musun? diye sordu. Ebu Zerr cevap verdi:
Bu delikanlının üç güne kadar dönüp teslim olacağına inanıyor ve kefil oluyorum!
Böylece genci serbest bıraktılar. O da üç gün içinde gidip geri gelmek üzere müsaade isteyerek ayrıldı. Böylece aradan iki gün geçti ve üçüncü gün oldu, ama ortalarda ne gelen vardı ne de giden... Bu sefer ölen adamın çocukları Ebu Zerri Gıfarî ye "Ya Eba Zerr! Kefil olduğun adam hala ortalarda görünmüyor. Kim olduğunu bilmediğin bir kimseye niçin kefil oldun? Adam bir kere ölümden kurtuldu, bir daha geri gelir mi?"diyerek sitem ediyorlardı. Ebu Zerr ise. Durun bakalım daha üç gün dolmadı. Eğer üç gün dolar, genç de geri gelmezse şeriatın emri ne ise bana tatbik ediniz. Ben kefil oldum ve sözümdeyim diyordu.
Eshabı kiramı bir üzüntü kaplamıştı; zira o genç gerçekten de gelmeyecek olursa, kefil olduğu için kısas Ebu Zerr'e yapılacaktı. Hz. Ömer:
Ya Eba Zerr! Kefil olan o genç eğer vermiş olduğumuz sürede gelmezse, zamanı gelince emri ilahiyi tatbik eder ve kısas hükmünü geciktirmeden uygularım!
Hükmü tatbik konusunda son derece hassas olan, suçlu oğlu dahi olsa, asla adam kayırmayan Hz. Ömer böyle diyordu. Vakit de bir hayli ilerlemiş gün batmaya az kalmıştı. Bu arada ashabı kiram babası öldürülen gençlere diyet teklifinde bulundular. Çünkü o koskoca Ebu Zer-r'in idam edilmesini asla istemiyorlardı. Fakat onlar da "adamı hazır getirmişken, hüküm infaz edilecekken niçin kefil oldu diye Ebu Zerr'e kızıyorlar ve babamızın katilinin kanının kesinlikle yerde kalmaması lazrm' diye diretiyorlardı. Bu olayı duymayan kalmamıştı. Medine çalkalanıyordu. Herkes üzüntü içindeydi. Acaba ne yapmak gerekiyordu Ebu Zerr'in infaz edilmemesi için?.. Kimi bu gençlere kızıyor "ölen ölmüş geri mi gelecek, diyeti kabul etseler ya" derken kimi de gelmeyen genç hakkında "kendisi için canını ortaya koyup işini görmesini sağlayan böylesine vefalı bir insana bunu nasıl reva görüyor"diyorlardı. vakitler ilerliyordu neredeyse gün batacaktı. Heyecan had safhaya varmış herkes neticenin ne olacağını merak etmeye başlamıştı. İşte bu esnada Medine'nin girişinden bir adam olanca kuvvetiyle koşarak gelmeye çalışıyordu. Her tarafı perişan, kan ter içinde gelen bu adam, o gençten başkası değildi. Birçokları adeta sevinç çığlığı attılar. Ölmeye koşan bir adam için belki de ilk defa böylesine seviniliyordu. O genç hemen Halifei Müminin Hz. Ömer'in huzuruna çıktı ve teslim oldu:
Kusura bakmayın. Çok daha erken gelemediğim için belki sizi endişelendirmiş olabilirim; fakat malumunuz ki bir atım vardı, o da öldürüldü, başka da binitim olmadığı için yayan gelmek zorunda kaldım. Gördüğünüz gibi havalarda son derece sıcak, yolum ise bir hayli uzak. Yetişemeyeceğim diye öylesine korktum ki O zaman bir kişinin daha ölümüne sebep olacaktım, böyle olsaydı bu mes'uliyeti kaldıramazdım herhalde...
Rabbim'e hamd olsun ki verdiğim sözde durdum.
Ya Emirel Müminin!
Artık hükmü İnfaz edebilirsin!
Ben hazırım.
Orada bulunanlar hayretler içerisinde böyle bir olaya şahit olmuşlardı. Bu gencin kendisinden tamamen ümit kesildiği bir sırada koşarcasına ölüme gelmesi onları tarifi imkânsız bir taaccüp ve hayranlık içerisinde bırakmıştı. Herkes takdirle şöyle diyordu:
Mümin dediğin böyle olmalı, ucunda ölüm bile olsa sözünde durmalı.
Herkesin hayretler içinde kaldığım gören delikanlı onlara dönerek şöyle dedi: Mümin olan sözünde durur, ahdine vefa gösterir. Ölüm öyle bir şey ki vakti ne ileri alınır ne de geri... Ondan kaçmakla kim kurtulmuş ki ben kurtulayım? Vakit saat geldi mi, kimsenin elinden bir şey gelmez, vakit dolmadıysa da Allah'ın verdiği canı kim alabilir?
Geldiğime hayret ediyorsunuz. Elbette gelecektim! Ben "Dünyada ahde vefa kalmadı" sözünü söyletir miyim?
Bu arada Ebu Zerr in tanımadığı bir adama canı pahasına kefil olması da son derece hayret verici bir olaydı. Ona da bu genci tanıyıp tanımadığım ve nasıl böyle bir kefilliği kabul ettiğini sorduklarında:
Hayır bu genci tanımıyordum. Lakin bu olay Müminlerin Halifesi ve bir çok sahabinin huzurunda gerçekleşti. Çok samimi bulduğum ve çaresiz kalmış bir kimsenin işini görmek, üstelik bana güvendiği halde onu yüzüstü bırakmak doğru muydu? Hem, ben bu teklifi kabul etmeyip "Bu dünyada fazilet diye bir şey kalmamış" dedirtir miyim? Buyurdu.
Gerçekten de son derece duygusal bir ortam oluşmuştu. Bu olaylar ve sözler gözlerinin önünde cereyan eden ölen adamın çocukları da yumuşamışlar duygulanmışlar ve merhamete gelmişlerdi. Zaten bu genç, taşı babalarını öldürmek için atmış değildi. Fakat takdiri ilahi kazara babaları ölmüştü. Bunun üzerine onlar da davalarından vazgeçerek kısas istemediklerini söylediler. Onlara bunun diyeti teklif edildi. Diyet, Beytül Mal'dan verilecekti; ama onlar biz de; "dünyada insanlık kalmadı" dedirtmeyiz dediler ve Allah rızası için davalarından vazgeçtiklerini bir daha tekrarlayarak, diyet bile almayacaklarım söylediler.
Bu muhteşem tablo, herkesi son derece duygulandırmıştı. Herkes üzüntüden kurtulmuş hüzün, yerini tarifi imkânsız bir sevince bırakmıştı. Helallaştılar, kucaklaştılar.

 

6.

 Kenz ayetleri..( bazıları bu ayetleri Ebu zer ayetleri diye anmaktadır)

İhtiyacımız olandan fazlasına sahip olmamızın kenz olduğu, bunu infak ederek herkes ile eşit hale gelmemiz gerektiği, ihtiyacımız olmayan şeyleri infak etmeyip elimizde bulundurmamızın haram olduğu sıkça dile getirilir olmuştur. Bunun böyle olduğu bazı Kur’an ayetlerinin yorumlarına dayandırılmaktadır. Ve Kur’an’ın mal biriktirmeyi, lüks tüketimi haram kıldığı dillendirilmektedir.

Biz burada bu anlayışa dayanak olarak gösterilen 2 ayetin çeviri ve yorumunu yapmaya çalışacağız. Tevbe:34-35, Nahl:71,

1.Tevbe:34-35:  Ey inananlar, din bilginlerinin ve din adamlarının çoğu halkın mallarını batıl ile yerler ve ALLAH’ın yolundan saptırırlar. Altın ve gümüşü kenz edip (yığıp) ALLAH yolunda harcamayanlara acı bir azap müjdele. Gün gelir o biriktirdikleri cehennem ateşinde ısıtılarak onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanır: “Kendiniz için biriktirdiğiniz işte budur. Biriktirdiğinizi tadın.”

Bu ayetlerde salt anlamda altın ve gümüşün biriktirilmesinin haram olduğunun söylendiği yorumu yapılmaktadır.

Bizce: Burada bahsedilen insanlar Ahbar ve ruhban sınıfıdır. Bugün için bu sınıf kamu görevlileri, kamu yönetimidir. Kamu yönetimi halktan topladıkları kaynakları/vergileri kamu için (Allah yolunda) harcamak ve kullanmak zorundadır.  Allah yolunda (kamu hizmeti için) kullanmak yerine kamu kaynaklarını şahsi servet (keneztüm li enfüsiküm/kendiniz için servet edindiniz) biriktirmek için kullanmaları eleştirilmektedir.

Tevbe süresi Mekke Fethinden sonra gelen bir süredir. Müslümanların kamu görevi almalarının  (valilik ve zekât memurluğu…) yoğun olduğu bir dönemdir. Kur’an onları bu süreçte uyarma gereği duymaktadır. Kamu malı şahsi malınız değildir. Kamu malı üzerinden zenginlik ve servet biriktiremezsiniz. Kamuya ait olanı kamu için harcamalısınız.

2. Nahl:71. “Allah, rızıkta kiminizi kiminizin üzerinde avantajlı kılmıştır. (faddale) Avantajlı kılınanlar, ellerinin altındakilere onların rızıklarını (kendileri ) veriyor değillerdir. Onlar onda (fehum fihi) (rızkı Allah’tan almak konusunda ) eşittirler. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar? (yani çalıştırdıklarının rızkını veriyormuş gibi yapıp)”

1-032.jpg3-018.jpg4-015.jpg

Yorumlar